Makale Başlığı: Duvar: Erostrate

Duvar: Erostrate

Yazar: Jean Paul Sartre • Eklenme Tarihi: 06.10.2006 • Görüntüleme: 4.098

Özet:
İnsanlar; onlara yukarıdan bakmak gerek. Işığı söndürüp pencereye geçiyordum: Yukarıdan birisinin onları gözleyeceğini akıllarına bile getirmiyorlardı. Önden görünüşlerine dikkat ederler, bazı da arkadan görünüşlerine, ama bütün gösterileri bir yetmişlik seyirciler için hesaplanmıştır.

Kelimeler:

İnsanlar; onlara yukarıdan bakmak gerek. Işığı söndürüp pencereye geçiyordum: Yukarıdan birisinin onları gözleyeceğini akıllarına bile getirmiyorlardı. Önden görünüşlerine dikkat ederler, bazı da arkadan görünüşlerine, ama bütün gösterileri bir yetmişlik seyirciler için hesaplanmıştır.

Zaten kim kalkar da bir melon şapkanın altıncı kattan görünüşünü düşünür?
Omuzlarını ve kafalarını canlı renkler, göz alıcı kumaşlarla savunmayı bir yana korlar. İnsanoğlunun bu büyük düşmanıyla savaşmayı bilmezler: Kuşbakışı görünüşle.

Eğiliyordum ve gülmeye başlıyordum: O kadar gurur duydukları eşsiz benzersiz şu ayakta olma durumu neredeydi şimdi? Kaldırıma yapışmış eziliyorlardı; yarı sürüngen iki uzun bacak omuzlarının altından çıkı çıkıveriyordu.
Altıncı katın balkonunda: Ben bütün hayatımı burada geçirmeliydim. Ahlâkî üstünlükleri maddi simgelerle pekiştirmeli, yoksa yıkılıp giderler. Öyleyse, kesinkes, insanlar üzerindeki üstünlüğüm nedir benim? Bir konum üstünlüğünden başka bir şey değil: İçimdeki insanoğlunun üstünde yer almışım ve seyrediyorum onu. İşte bunun için Notre-Dame'ın kulelerini, Eiffel Kulesinin sahanlığını, Sacre-Coeur'ü, Delambre Sokağındaki altıncı katımı seviyorum. Bunlar eşsiz simgeler. Bazı bazı sokağa inmek gerekiyordu; sözgelişi işe gitmek
için.

Boğuluyordum. İnsanlarla düzayak bir yerde birlikte olunca onları karınca yerine koymak çok güçtür. Değerler. Bir kere, sokakta ölmüş bir herif gördüm. Yüzükoyun düşmüştü. Arkaüstü çevirdiler, yüzü kanıyordu. Açık gözlerini de, solgun bezini de, kanı da gördüm. Kendi kendime: Bir şey değil, yeni boyanmış bir resimden daha fazla heyecan verici değil. Burnunu kırmızıya boyamışlar işte, o kadar, diyordum. Ama beni bacaklarımdan ve ensemden yakalayan pis bir ağrı duydum, bayıldım. Bir eczaneye götürdüler, omuzlarıma vurdular, alkol içirdiler. Onları öldürecektim neredeyse.

Onların benim düşmanım olduklarını biliyordum, ama onlar bunu bilmiyorlardı. Aralarında sevişiyorlardı, dayanışıyorlardı; bana gelince, şurada burada yardım eli uzatacaklardı, çünkü benim kendi hemcinsleri olduğuma inanıyorlardı. Ama gerçeğin en küçük yanını öğrenebilselerdi beni döverlerdi. Zaten daha sonra o da oldu. Beni yakalayıp da kim olduğumu anladıkları zaman tozumu silktiler, komiserlikte iki saat sırtıma vurdular, tekme tokat giriştiler, kollarımı büktüler, pantolonumu indirdiler, sonunda gözlüklerimi yere çarptılar; ben yere kapanmış, gözlüklerimi ararken gülerek kıçıma tekmeler attılar. Beni sonunda döveceklerini her zaman önceden bilmişimdir. Güçlü değilim ve kendimi savunamıyorum.

Uzun süredir beni onlar gözlüyorlar: Büyükler yani. Sokakta, gülmek için, ne yapacağımı görmek için beni itip kakıyorlardı. Hiç sesimi çıkarmıyordum. Hiçbir şey anlamamış gibi davranıyordum.

Gelgelelim onların elindeydim. Onlardan korkuyordum: Bu bir önseziydi. Ama düşünün ki onlardan nefret etmem için çok ciddi nedenlerim vardı.

Bu bakımdan, her şey, bir tabanca satın aldığım günden başlayarak çok iyi gitti. İnsan, üstünde patlayabilen ve gürültü çıkaran şeylerden birini sürekli taşırsa kendini kuvvetli hissediyor.

Pazar günü onu alıyor, pantolonumun cebine şöyle sokuveriyor, dolaşmaya çıkıyordum, genellikle bulvarda dolaşırım. Onu pantolonumun üstünden bir çağanoz çekiştirir gibi çekiştirdiğini hissediyordum; onu kalçamda buz gibi hissediyordum. Ama yavaş yavaş, bedenime değe değe ısınıyordu. Belli bir sertlikle yürüyordum; cinsel organı dikleşmekte olan, her adım atışta onu gemleyen bir adam görünüşü vardı bende. Elimi cebime sokuyor ve nesne'yi yokluyordum. Zaman zaman genel tuvalete giriyordum -orada, içeride bile çok dikkat ediyordum, çünkü yanlarda insanlar olur- tabancamı çıkarıyordum,
okkalıyordum, siyah tırtıklı kabzasına ve yarı kapalı bir gözkapağını andıran siyah tetiğine bakıyordum. Dışarıdan bakanlar, ötekiler, ayrık ayaklarımı ve pantolonumun paçalarını görenler işediğimi sanıyorlardı. Ama ben genel tuvaletlerde hiç işemem. Bir akşam insanlara ateş etmek düşüncesi geldi aklıma. Bir cumartesi akşamıydı; Montparnasse Sokağında bir otelin önünde nöbet tutan sarışını, Lea'yı aramak için çıkmıştım. Bir kadınla yakın ilişkim hiç olmadı. Olsaydı kendimi soyguna uğramış hissederdim. Onların üstüne çıkarsın, tamam, ama onlar da tüylü koca ağızlarıyla sizin apış aranızı yer bitirirler. Duyduğuma göre de bu alışverişte kazançlı çıkan onlar olurmuş.

Ben kimseden bir şey istemiyorum, ama artık bir şey vermek de istemiyorum. Ya da, bana tiksintiyle boyun eğen soğuk ve sofu bir kadın gerekiyor olmalıydı. Her ayın ilk cumartesi günü Lea ile Duquesne Otelinin bir odasına kapanıyordum. O soyunuyordu, ben de elimi sürmeden ona bakıyordum. Bazı zamanlar ne olursa pantolonumun içinde oluyordu, bazı zamanlarda da işin sonunu getirmek için eve gidecek kadar vaktim olmuyordu. O akşam onu yerinde bulamadım. Bir zaman bekledim, gelmediğini görünce soğuk algınlığı geçirdiğini düşündüm. Ocak ayının başıydı; hava çok soğuktu. Üzülmüştüm: Ben hayâlci bir insanımdır; bu akşam çıkaracağım zevki canlandırmıştım kafamda. Odessa Caddesinde sık sık gözüme çarpan biraz geçkince, ama etine dolgun bir esmer vardı. Biraz geçkince kadınlardan nefret etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha çıplakmış gibi olurlar. Ama benim huyumu soyumu bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz utandırıyordu. Sonra yeni yeni tanışıklıklardan kaçınırım. Bu kadınlar bir kapının arkasına bir hırsız saklayabilirler ve herif üstünüze saldırır, paranızı alır. Bir yumruk da yemezseniz talihiniz varmış sayılır. Gelgelelim bu akşam nereden geldiğini bilmediğim bir kahramanlıkla eve gidip tabancamı almaya ve bir serüvene atılmaya karar verdim.

Kadına yaklaştığımda aradan bir çeyrek saat geçmişti; tabancam da cebimdeydi, artık hiçbir eyden korkmuyordum. Yakından bakılınca daha çok acınacak bir görünüşü vardı. Karşı komşuma, çavuşun karısına benziyordu. Bundan da aşırı hoşnut oldum, çünkü uzun süreden beri canım onu çıplak görmeyi istiyordu. Çavuş gidince, pencere açık giyiniyordu; ben de onu yakalamak için genellikle perdenin arkasına gizleniyordum. Ama tuvaletini odanın dibinde yapıyordu.

Stella Otelinin yalnız dördüncü katında boş bir oda vardı. Çıktık. Kadın oldukça ağırdı, soluk almak için her basamakta duruyordu. Bense pek rahattım: Göbeğime rağmen kuru bir bedenim var ve soluğumun kesilmesi için dört kattan fazla olması gerekir. Dördüncü katın sahanlığında kadın durdu; derin bir soluk alarak sağ elini kalbine bastırdı. Sol elinde de odanın anahtarını tutuyordu.

Beni güldürmeye çalışarak,

-Yüksek, dedi.

Hiç yanıt vermeden elinden anahtarı aldım, kapıyı açtım. Tabancamı cebimin içinde önüme çevrik olarak sol elimle tutuyordum, elektrik düğmesini çevirene kadar da elimden bırakmadım. Oda boştu. Lavaboya bir kalıp yeşil sabun koymuşlardı. Gülümsedim: Benim için bidelerin, sabun kalıplarının hiçbir önemi yoktu. Kadın arkamda durmadan soluyordu, bu beni coşkulandırıyordu. Döndüm; bana dudaklarını uzattı. Kadını ittim.

-Soyun, dedim.

Tüylü bir koltuk vardı, rahatça oturdum. Bu gibi durumlarda sigara içmediğime üzülürüm. Kadın, giysisini çıkardı, sonra bana kuşkuyla bir göz atarak durdu.

Arkaya doğru kaykılarak,

-Adın ne senin? dedim.

-Renee.

-Peki Renee, çabuk ol, bekliyorum.

-Sen soyunmuyor musun?

-Hadi, hadi, dedim ona, sen işine bak, benimle uğraşma.

Donunu ayaklarına indirdi, sonra çıkarıp sutyeniyle birlikte özenle giysisinin üstüne koydu.

-Sen küçük bir yaramaz, bir tembel misin yoksa şekerim? diye sordu kadın. İster misin karıcığın her işi yapsın? Aynı zamanda bana doğru geldi, oturduğum koltuğun dirseklerine elleriyle dayanarak bütün ağırlığıyla bacaklarımın arasına diz çökmeye kalktı. Kadını sertçe kaldırdım,

-Böyle değil, böyle değil, dedim. Şaşkınlıkla bana bakıyordu.

-Ne yapayım istiyorsun ama?

-Hiç. Yürü, dolaş, senden daha fazlasını istemiyorum. Beceriksiz bir tavırla bir boydan bir boya yürümeye başladı. Kadınların çıplakken yürümeleri kadar hiçbir şey canlarını sıkamaz.
Topuklarını yere basmaya alışık değillerdir. Yosma sırtını kamburlaştırıyor ve kollarını salıveriyordu. Bense pek hoşnuttum; burada bir koltuğa sakin sakin oturmuş, boğazına kadar giyinik bir durumda, eldivenlerim bile elimde; şu geçkince kadınsa benim emrim üzerine çırılçıplak soyunmuş, çevremde dolanıp duruyor.

Başını bana doğru döndürdü, görünüşü kurtarmak için fettanca gülümsedi.

-Beni güzel buluyor musun? Göz banyosu mu yapıyorsun?

-İlgilenme sen.

Bana, birden dışa vuran bir isteksizlikle:

-Söyle bakalım, dedi, beni böyle uzun zaman yürütmek niyetinde misin?

-Otur.

Yatağın üstüne oturdu; sessizce birbirimize bakıştık. Tüyleri diken diken olmuştu. Duvarın öteki yanından bir çalar sâatin tik takları duyuluyordu. Birdenbire,

-Aç bacaklarını, dedim.

Bir çeyrek saniye duraksadı, sonra boyun eğdi. Bacaklarının arasına baktım ve burnumdan soludum. Sonra öyle bir güldüm, öyle bir güldüm ki gözlerimden yaşlar geldi. Kadına sadece,

-Anlıyor musun? dedim.

Ve yeniden gülmeye başladım.

Aptalca bana baktı, sonra kıpkırmızı oldu, bacaklarını kapattı.

Dişlerinin arasından,

-Aptal, dedi.

Ama ben bir güzel güldüm, sonunda ayağa fırladı, iskemlenin üstündeki sutyenini aldı.

-Yooo, dedim kadına, daha bitmedi. Şimdi sana elli frank vereceğim, ama paramın karşılığı isterim.

Kadın sinirli sinirli külotunu da aldı.

-Yetti artık, anlıyor musun? Ne istiyorsun bilmiyorum. Beni buraya dalga geçmeye çıkardınsa...

Sonunda tabancamı çıkardım, kâdına gösterdim. Ciddi bir tavırla bana baktı, hiçbir şey demeden külotunu bırakıverdi.

-Yürü, dedim. Dolaş.

Beş dakika dolaştı. Sonra kamışımı eline verdim ve kadını uğraştırdım. Donumun ıslandığını hissedince ayağa kalktım, kadına elli franklık bir kâğıt para uzattım. Kadın parayı aldı.

-Hoşça kal, diye ekledim. Bu paraya karşılık seni pek yormadım.

Kadını bir elinde sutyeni, ötekinde elli franklık kâğıt parayla odanın ortasında çırılçıplak bırakıp gittim. Verdiğim paradan yana içim sızlamıyordu: Kadını şaşırtmıştım. Bir orospu böyle kolay kolay şaşırtılmazdı. Merdivenleri inerken: İşte benim istediğim, herkesi şaşırtmak, diye düşündüm. Bir çocuk gibi sevinçliydim. Yeşil sabunu alıp götürmüştüm; eve gelince parmaklarımın arasında incelinceye ve uzun zaman emilmiş naneli bir bonbon şekerine benzeyinceye kadar sabunu sıcak suyun altında uzun uzun ovuşturdum. Gece sıçrayarak uyandım; kadının yüzünü, tabancamı gösterdiğim zaman gözlerinin aldığı şekli ve her adım atışında hoplayan yağlı karnını yine gördüm.

Kendi kendime, amma, aptalmışım, dedim. Acı bir pişmanlık duydum: Oradayken ateş etmeli, o karnı kalbura çevirmeliydim. O gece ve daha sonraki üç gece, rüyamda göbeğinin çevresine dizilmiş altı tane küçük kırmızı delik gördüm. Kısacası, tabancam olmadan artık sokağa çıkmadım. İnsanların sırtına bakıyordum ve yürüyüşlerine göre, üstlerine ateş etsem nasıl yere yuvarlanırlar diye aklımdan geçiriyordum. Pazar günü klasik konserlerin çıkış yerine, Châtelet'nin önüne gidip dolaşmayı âdet edindim. Saat altıya doğru bir zil sesi duyuyordum, yer gösterici kadınlar camlı kapıları açıp çengelliyorlardı. Bu başlangıçtı:

Kalabalık ağır ağır boşalıyordu. İnsanlar, gözleri hâlâ hülyalı, yürekleri hâlâ tatlı duygularla dolu, kararsız adımlarla yürüyorlardı. İçlerinde çevresine şaşkın şaşkın bakan pek çok kişi vardı. Sokak onlara masmavi görünüyor olmalıydı. Üstelik esrarlı bir gülüşle gülüyorlardı. Bir dünyadan bir ötekine geçiyorlardı. Öbür dünyada onları bekleyen bendim, ben. Sağ elimi pantolonuma daldırmıştım ve olanca gücümle silâhımın kabzasını sıkıyordum.

Bir süre sonra kendimi üstlerine ateş ederken görüyordum. Deynekler gibi deviriyordum onları, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı; hayatta kalanlar telâşa kapılıp kapının camlarını kırıp gerisin geriye tiyatrodan içeri dalıyorlardı. Çok sinir bozucu bir oyundu bu: Ellerim titriyordu sonunda ve kendime gelmek için Dreher'de gidip bir konyak içmek zorunda kalıyordum.

Kadınları öldürmezdim. Barsaklarına ateş ederdim. Ya da daha olmazsa oynasınlar diye baldırlarına. Henüz bir şeye karar vermemiştim. Sanki kararım kesinmiş gibi davranmayı yeğledim. İşe, önemsiz ayrıntıları düzene koymakla başladım. Denfert-Rochereau Fuarında, bir kapalı atış yerinde kendimi yetiştirdim. Hedeflerim pek öyle büyük değildi, ama insanlar, özellikle yakından ateş edildiğinde geniş bir hedef oluştururlar. Sonra kendimi tanıtmak işiyle uğraştım. Bütün arkadaşlarımın işyerinde toplandığı bir günü seçtim. Bir pazartesi sabahı. Her ne kadar ellerini sıkarken dehşete kapılsam da görünüşte aram çok iyiydi onlarla.

Günaydın demek için eldivenlerini çıkarıyorlardı; eldivenlerini sıyırırlarken el ayalarının çizik çizik ve yağlı çıplaklığını ortaya sererek parmaklarından yavaşça eldiveni çekerlerken müstehcen bir havaları vardı. Bense hep eldivenliydim. Pazartesi sabahı önemli bir şey olmadı. Ticaret bölümünün yazıcısı, terkleri getirdi bıraktı bize. Lemercier, kıza kibarca takıldı, kız gidince de bıkkın bir çokbilmişlikle kızın güzelliklerini sayıp döktüler. Sonra Lindbergh konuşuldu. Lindbergh'i pek seviyorlardı.

-Ben siyah kahramanları severim, dedim.

-Zenciler mi? diye sordu Masse.

-Hayır. Büyücü denen siyahları. Lindberg beyaz bir kahramandır, beni ilgilendirmez.

-Git gör bakalım Atlantik'i geçmek kolay mı? dedi Bouxin, tersçe.

Onlara siyah kahramandan ne anladığımı anlattım.

-Bir anarşist, diye özetledi Lemercier:

Yavaşça:

-Hayır, dedim, anarşistler kendi tarzlarındaki adamları severler.

-Öyleyse kafadan sakat biri olmalı.

Bu sırada, mürekkep yalamış biri olarak, Masse araya girdi:

-Ben sizin kahramanınızı anladım, dedi bana. Adı Erostrate. Tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için Dünyanın Yedi Harikasından biri olan Efes Tapınağını yakmaktan başka bir şey bulamadı.

-Ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?

-Pek hatırlamıyorum, diye itiraf etti, sanıyorum adı bilinmiyor.

-Sahi mi? Erostrate'ın adını hatırlıyorsunuz ama? Görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.

Konuşma bu sözcüklerle son buldu, ama ben iyice sakindim. Bunu zamanı gelince hatırlayacaklardı. Bense, şimdiye kadar Erostrate adını hiç duymamıştım; ama hikâyesi beni yüreklendirdi. Öleli iki bin yıldan fazla olmuştu, yaptığı işse bir siyah elmas gibi parıldayıp duruyordu. Alınyazımın kısa ve dokunaklı olacağına inanmaya başladım. Bu beni önceleri korkuttu, sonra sonra alışmaya başladım. Bu durum belli bir biçimde ele alınırsa tüyler ürperticidir, ama öte yandan, geçen zamana azımsanmayacak bir güç ve güzellik verir. Sokağa indiğimde, bedenimde garip bir kuvvet hissediyordum. Üstümde tabancam oluyordu; patlayan ve gürültü yapan şu nesne. Ama kendime güvenim bu nesneden ileri gelmiyordu, bu bendendi: Tabancalar, kundaklar ve bombalar cinsinden bir varlıktım ben. Ben de bir gün, karanlık ömrümün sonunda, patlayacak ve magnezyum parıltısı gibi şiddetli ve kısa bir alevle dünyayı aydınlatacaktım. Bu döneme doğru, birçok geceler aynı düşü görür oldum: Bir anarşisttim. Çar'ın geçeceği yola pusu kuruyordum ve üzerimde bomba. Söylenilen saatte alay geçiyordu, bomba patlıyor ve kalabalığın gözü önünde ben, Çar ve giyimli kuşamlı üç subay havaya uçuyorduk.

İşe gitmez oldum haftalarca. Bulvarlarda, gelecekteki kurbanlarım arasında geziniyordum ya da odama kapanıyor, tasarılar yapıyordum. Ekim ayı başında işimden çıkarıldım. Boş vakitlerimi aşağıdaki mektubu kaleme alarak, yüz iki kopya çıkararak değerlendiriyordum.

Bayım, Tanınmış birisiniz, kitaplarınız otuz bin basılıyor. Bunun nedenini size söyleyeyim: İnsanları seviyorsunuz da ondan. İnsancıllık kanınızda var: Talihin işi. Topluluk içinde olduğunuzda çiçek gibi içıyorsunuz. Hemcinslerinizden birini görür görmez, tanımasanız bile, ona karşı kanınızın kaynadığını hissediyorsunuz. Bedenine, konuşma biçimine, istenildiği zaman açılıp kapanan bacaklarına ve özellikle ellerine bayılıyorsunuz, ellerine: Her elde beş parmak olması ve başparmağın öteki parmakların karşısına çıkartılabilmesi hoşunuza gidiyor. Yanınızdaki komşunuz masanın üstünden bir fincan aldığı zaman haz duyuyorsunuz, çünkü insana özgü ve kitaplarınızda sık sık betimlediğiniz, maymunun hareketinden daha az yumuşak ve daha az hızlı bir fincanı tutma biçimi var, ama daha zekice, değil mi? İnsanın etini, yeniden hareket etmeye alışan bir ağır yaralının yürüyüşünü, her adımda yeniden icat eder gibi olan görünüşünü ve yırtıcı hayvanların bile dayanamayacağı eşsiz bakışını da seviyorsunuz. İnsana kendi kendinden söz etmek için uygun olan söyleyiş biçimini bulmak da kolaydı sizin için: Edepli, ama çılgın bir biçim. İnsanlar kitaplarınızın üstüne iştahla atılıyorlar, onları rahat bir koltukta okuyorlar, sizin onlara ulaştırdığınız bahtsız ve ölçülü büyük aşkı düşünüyorlar ve bu birçok şeyin avuntusu demek oluyor onlar için; çirkin olmanın, kötü olmanın, aldatılmış koca olmanın, yılbaşında aylıklarının artmamış olmasının. Son romanınız övülerek dillerde dolaşıyor: İyi bir çalışma.

İnsanları sevmeyen bir insanın olabileceğini bilmek sizi meraklandıracaktır sanıyorum. İşte ben, hem de öylesine az seviyorum ki onları, yarım düzinesini hemen şimdi öldürebilirim. Belki kendi kendinize sorarsınız: Neden sadece yarım düzine diye? Çünkü tabancam altı mermi alıyor. İşte bir canavarlık, değil mi? Üstelik de tam anlamıyla siyaset dışı bir davranış. Ama size diyorum ki: ben onları sevemem. Ne hissettiğinizi çok iyi anlıyorum. Ama onlarda sizi çeken şey beni tiksindiriyor. Bir iktisat dergisini sol eliyle karıştırarak edepli edepli yemek yiyen adamlar gördüm ben de sizin gibi. Fokların sofrasında olmayı yeğlemem benim hatam mı? Yüz çizgilerini bir yana bırakırsanız, insan yüzüyle hiçbir şey yapamaz. Ağzını kapalı tutarak bir şey gevelediği zaman ağzının kenarları iner ve kalkar, sanki
durmaksızın dinginlikten ağlamaklı bir şaşkınlığa geçer gibidir. Siz bunu seversiniz, biliyorum, siz buna Zekâ'nın uyanıklığı diyorsunuz. Ama bu benim midemi bulandırıyor, nedendir bilmiyorum, ben doğuştan böyleyim.

Aramızda ancak bir beğeni ayrımı olsaydı tedirgin etmeyecektim sizi. Ama her şey sizin yeteneğiniz varmış da benim yokmuş gibisine akıp gidiyor. Amerikanvari hazırlanmış ıstakozu sevip sevmemekte özgürüm, ama insanları sevmiyorsam bir zavallıyım ve günışığında bana yer yok. Onlar hayatın anlamını kendi tekellerine aldılar. Umarım ki söylemek istediğimi anlıyorsunuz. Üstünde: İnsancıl olmayan buraya giremez yazılı kapıları otuz üç yıldır zorluyorum işte. Giriştiğim her şeyi bırakmak zorunda kaldım. Seçmek gerekiyordu: Ya uyumsuz ve mahkûm edilmiş bir girişimi, ya da ergeç onların çıkarına
yönelmesi gereken bir girişimi. İnsanlara kesin olarak aktarmadığım düşünceler; onları kendimden ayırmayı başaramıyordum, düzene koymayı başaramıyordum. Düşünceler, hafif organik devinimler olarak içimde kalıyorlardı. Kullandığım aygıtlar da öyle, başkalarına ait olduklarını hissediyordum. Sözgelişi sözcükler; Bana ait sözcükler olsun isterdim. Ama kullandığım bu sözcükler, bilmiyorum kaç bilinçte sürüklendi. Sözcükler, başkalarında kazandıkları alışkanlık gereğince benim kafamda kendi kendilerine düzene giriyorlar ve size yazarken bu sözcükleri kullanırken tiksinti duyuyorum. Ama bu sondur artık. Size söyledim: İnsanları sevmek gerekiyor ya da ufak tefek işlerle uğraşmanıza izin verilirse bu yeter. İyi, ama ben ufak tefek işlerle uğraşmak istemiyorum. Şimdi tabancamı kaptığım gibi sokağa
ineceğim ve onlara karşı bakalım ne yapılabilirmiş göreceğiz. Hoşça kalın bayım, karşılaşacağım insan siz de olabilirsiniz. Kafanızı patlatacağım zaman duyacağım zevki siz hiç bilemeyeceksiniz.

Böyle olmazsa -büyük bir olasılıkla böyle olmayacak- yarının gazetelerini bir okuyun. Gazetede Paul Hilbert adında birinin bir öfke anında sokağa fırlayıp Edgar-Quinet Bulvarında beş yayayı temizlediğini yazdığını göreceksiniz: Büyük günlük gazete haberlerinin ne anlam taşıdığını sizin kadar kimse bilmez. Benim öfkeli bir adam olmadığımı anlayacaksınız şu halde.

Tam tersi, ben çok sakinim ve en derin duygularımın kabulünü rica ederim bayım.

Paul HILBERT

Yüz iki mektubu yüz iki zarfın içine koydum ve zarfların üzerine yüz iki Fransız yazarının adreslerini yazdım. Sonra altı yapraklık pul destesiyle hepsini masamın çekmecesine koydum. Bunu izleyen on beş gün içinde dışarı pek az çıktım, yavaş yavaş suçumla baş başa kalmaya çalışıyordum. Bazı bazı gidip baktığım aynada yüzümün değişimlerini zevkle gözlüyordum. Gözler büyümüşlerdi, bütün yüzü kaplıyorlardı. Kelebek gözlüklerin altında siyah ve yumuşaklılar ve gezegenler gibi döndürüyordum onları. Sanatçının ve katilin güzel gözleri. Ama kıyımı yaptıktan hemen sonra iyiden iyiye değişeceğini umuyordum. Şu iki güzel kızın resimlerini gördüm, hanımlarını öldüren ve doğrayan hizmetçilerin resimlerini. Önceki ve sonraki resimlerini gördüm. Önce, yüzleri nazlı çiçekler gibi pike yakalarının üstünde salınıp duruyordu. Sağlık ve iştah açıcı bir temizlik saçıyorlardı. Belli belirsiz bir maşa darbesiyle saçları aynı biçimde kıvrılmıştı. Üstelik, kıvrık saçlarından, yakalarından ve fotoğrafçıda resim çektirmeye gelmiş havasında oluşlarından daha da güven verici olan bir kızkardeş benzerlikleri vardı; öylesine baskın olan benzerlikleri kan bağlarını ve aynı aile kökünden gelme özelliklerini hemen öne çıkarıyordu. Sonra, yüzleri yangınlar gibi ışıl ışıl aydınlanıyordu.

İleride uçurulacak olan kellenin çıplak boynu vardı kızlardı. Her yerde çizgiler, korkunun ve kinin ürkütücü çizgileri, kıvrımlar, yüzlerinde tırnaklı bir hayvan koşturup durmuş gibi ette oluşmuş çukurluklar. Sonra bu gözler, her zaman büyük kara ve dipsiz gözler -benimkiler gibi. Gelgelelim artık birbirlerine benzemiyorlardı. Her biri ortak suçlarının anısını kendine göre taşıyordu. Bu kimsesiz, masum kız yüzlerini bu kadar değiştirmek için talihin büyük payı olan bir korkunç cinayet yetiyorsa, olduğu gibi benim tarafımdan tasarlanmış ve düzenlenmiş bir cinayetten neler umabilirim? diyordum kendi kendime. Beni ele geçirecek, fazlasıyla insanî olan iğrençliğimi yerle bir edecekti... Bir suç, onu işleyenin yaşamını ikiye böler. İnsanın geri dönmeyi istediği zamanlar vardır mutlaka, ama orada, sizin ardınızda, yolunuzu keser bu parıldayan maden.

Kendi suçumdan zevk almak, ezici ağırlığını hissetmek için ancak bir tek saat istiyordum. Bu saat, bütünüyle benim olsun diye her şeyi düzenleyeceğim. Odessa Sokağının yukarısında suçu işlemeye karar verdim. Onlar ölüleriyle uğraşırken kaçmak için şaşkınlıktan yararlanacaktım. Koşacak, Edgar-Quinet Bulvarını geçecek, hızla Delambre Sokağına dalacaktım. Oturduğum binaya ulaşmam için olsa olsa otuz saniyeye gereksinimim olurdu. Bu sırada peşime düşenler daha Edgar-Quinet Bulvarında olurlar, izimi kaybederler ve izi bulmaları için bir saatten fazla gerekirdi kesinlikle. Onları evde bekleyecek, kapımı vurduklarını işittiğim zaman tabancamı yeniden dolduracak ve ağzıma ateş edecektim. Alabildiğine yaşıyordum. Sabah akşam bana iyi yemekler getiren Vavin Sokağındaki bir lokantacıyla dalaşmıştım. Lokantacının yamağı kapıyı çalıyordu, açmıyordum; birkaç dakika bekliyordum sonra kapımı açıyordum ve yere konmuş koca tepsiyi görüyordum; buğusu tüten içi dolu tabaklar.

27 Ekim akşam saat altıda yanımda on yedi buçuk frank kalmıştı. Tabancamı ve mektup paketini aldım, aşağı indim. Yapacağımı yaptıktan sonra çabucak içeri girebilmem için de kapıyı kapatmadan çıktım. Kendimi iyi hissetmiyordum, ellerim buz gibiydi, kan başıma çıkmıştı, gözlerim batıyordu.

Mağazalara, Hotel des Ecoles'e, kalemlerimi aldığım kırtasiyeciye baktım, ama onları tanımadım. Kendi kendime: Bu sokak da nesi? diyordum. Montparnasse Bulvarı insanlarla doluydu. Dirsekleri ya da omuzlarıyla bana çarpıyorlar, vuruyorlar, yaslanıyorlardı. Kendimi çalkantıya bıraktım, aralarından sıyrılmaya gücüm yetmiyordu. Birdenbire bu kalabalığın içinde kendimi yalnız ve küçük hissettim. İsteseler bana kötülük edebilecek gibiydiler! Cebimdeki silah yüzünden de korkuyordum. Onun orada olduğunu anlayacaklarmış gibime geliyordu. Sert sert bana bakacaklar, hayvan pençelerini andıran elleriyle bana vurarak neşeli bir saldırganlıkla Haydi... Haydi... diyeceklerdi. Linç edilmek! Beni başlarının üzerine, havaya doğru atacaklar ve ben de kukla gibi yeniden kollarının arasına düşecektim. Ertesi gün, tasarımın uygulanmasını daha aklı başında bir şekilde kafamdan geçirdim. Akşam yemeğini gidip on altı frank seksen santim ödeyerek Coupol'de yedim. Geri kalan yetmiş santimi dereye attım.

Üç gün yemeden, uyumadan odamda kaldım. Kepenkleri kapatmıştım; ne pencerelere yaklaşmaya, ne de ışığı yakmaya cesaret edebiliyordum. Pazar günü biri kapımı tıklattı. Nefesimi tuttum, bekledim. Bir dakika sonra yine çalındı. Ayaklarımın ucuna basarak kapıya yaklaştım, gözümü anahtar deliğine uydurdum. Ancak siyah bir kumaş parçası ve bir düğme gördüm. Herif yine çaldı, sonra aşağıya indi. Kim olduğunu anlayamadım. Geceleyin, palmiyeler, akan sular, bir kubbenin üstünde menekşe rengi bir gök, ferahlatıcı şeyler gibi hayâller gördüm.

Susamıyordum, çünkü zaman zaman gidip musluktan su içiyordum. Ama acıkmıştım. Esmer orospuyu da gördüm. Burası, köye tam yirmi fersah uzakta Causses Noires'da yaptırdığım bir şatoydu. Kadın çıplaktı ve benimle yalnızdı. Tabancamı doğrultup diz üstü çökmeye zorladım onu, emekleyerek koşmaya zorladım. Sonra bir direğe bağladım, ne yapacağımı uzun uzun anlattıktan sonra kurşunlârla kalbura çevirdim onu.

Bu görüntüler beni öylesine etkiledi ki kendi kendime doyuma ulaşmak zorunda kaldım. Sonra karanlıkta hareketsiz durdum; kafam bomboştu. Eşyalar çıtırdamaya başladılar. Saat sabahın beşiydi. Odamdan çıkmak için ne isteseler verirdim, ama sokakta dolaşan insanlar vardı, aşağıya inemiyordum.

Gün doğdu. Açlığımı artık duymuyordum, ama terlemeye başladım. Gömleğim su içinde kalmıştı. Dışarıda güneş vardı. Sonra düşündüm: Karanlıkta, kapalı bir odada büzülüp kalmış O. Üç günden beri ne yedi ne uyudu O. Kapısı çalındı, açmadı O. Şimdi neredeyse aşağıya inecek ve öldürecek O. Kendimden korkuyordum. Akşamın saat altısında açlık yine yakama yapıştı.

Öfkeden delirmiştim. Bir süre eşyaların arasında oraya buraya çarptım; sonra odanın, mutfağın, tuvaletlerin elektriklerini yaktım. Avaz avaz şarkı söylemeye başladım, ellerimi yıkadım ve dışarı çıktım. Tam tamına iki dakika gerekti bütün mektuplarımı kutuya atmak için: Onarlık paketler halinde tıkıştırıyordum. Birkaç zarfı bu yüzden buruşturmak zorunda kaldım. Sonra Odessa Sokağına kadar Mountparnasse Bulvarından gittim. Bir gömlekçi dükkânının aynası önünde durdum, yüzümü görünce: Bu akşam tam zamanı, diye düşündüm.

Bir gaz lâmbasından pek uzaklaşmadan Odessa Sokağının yukarısında dikilip bekledim. İki kadın geçti. Kol kola girmişlerdi:

-Bütün pencereleri halıyla kaplamışlardı, dedi sarışın, bunlar memleketi temsil eden soylulardı.

Öteki: -Meteliksizler mi? diye sordu.

-Her gün beş Louis altını getiren bir işi kabul etmek için meteliksiz olmaya gerek yok.

-Beş altın mı? dedi sarışın, gözleri kamaşarak. Tam yanımdan geçerken ekledi:

-Hem sonra, atalarının kılıklarına bürünmek eğlenceli de olmalı diye düşünüyorum.
Uzaklaştılar. Üşümüştüm, ama alabildiğine terliyordum. Bir süre sonra, üç adamın geldiğini gördüm, geçip gitmelerine aldırmadım, bana altı tane gerekiyordu. Solda olan bana baktı ve dilini şaklattı. Gözlerimi başka yana çevirdim. Saat yediyi beş geçe birbirine yakın gelen iki topluluk Edgar-Quinet Bulvarından döküldü kalabalığın içinden. Bir kadın, bir erkek ve iki çocuk vardı. Onların ardından üç yaşlı kadın geliyordu. Öne doğru bir adım attım. Kadının kızmış bir hali vardı ve küçük oğlanı kolundan tutmuş tartaklıyordu. Adam tekdüze bir sesle:

-Bok soyu bu yumurcak, dedi.

Kalbim öyle hızlı çarptı ki kollarımda bir ağrı duydum. İlerledim, önlerinde hareketsiz dikildim. Parmaklarım cebimde tetiğin çevresinde sırılsıklamdı.

-İzninizle, dedi adam beni itekleyerek.

Dairemin kapısını kapamış olduğum aklıma geldi ve bu duraklattı beni. Kapıyı açmam için bana değeri çok olan ufacık bir zaman gerekecekti. Yüz geri döndüm, makineleşmiş gibi onların ardından gittim. Ama artık onlara ateş etmek niyetinde değildim. Bulvarın kalabalığı içinde kayboldular. Ben duvara dayandım. Saatin sekizi ve dokuzu vurduğunu duydum. Kendi kendime Zaten ölmüş olan bu insanları niçin öldürmek gerekiyor? diye tekrar ediyordum.

İçimden gülmek geliyordu. Bir köpek geldi ayaklarımı kokladı. İri bir adam yanımdan geçince irkildim, adımlarımı ona uydurdum. Şapkasıyla pardösüsünün arasındaki kırmızımtırak ensesinin kıvrımını görüyordum. Sallana sallana yürüyordu ve kuvvetle soluyordu; sağlam bir görünüşü vardı. Tabancamı çıkardım: Parlak ve soğuktu, beni tiksindiriyordu, ne yapmam gerektiğini pek iyi hatırlamadım. Bazan tabancama, bazan da adamın ensesine bakıyordum.

Ensenin kıvrımı, gülümseyen ve acı duyan bir ağız gibi, bana gülümsüyordu. Tabancamı bir pis su ızgarasına atıp atmamayı soruyordum kendi kendime. Birdenbire herif bana döndü, kızgın bir tavırla bana baktı. Bir adım geriledim.

-Size... Soracaktım...

Beni dinler gibi gözükmüyordu, ellerime bakıyordu.

Güçlükle sonunu getirdim.

-Gaiete Sokağının nerede olduğunu söyler misiniz bana?

Yüzü iyiydi ve dudakları titriyordu. Bir şey söylemedi, elini uzattı. Tekrar geriledim.

-İstiyordum ki... dedim.

Aynı anda neredeyse ulumaya başlayacağımı anladım. İstemiyordum bunu: Karnına üç kurşun sıktım. Aptalca bir görünüşle yere yıkıldı, dizlerinin üstüne ve başı sol omzuna düştü.

-Hıyar oğlu hıyar, dedim, hıyar!

Kirişi kırdım. Öksürdüğünü duydum. Bağrışmalar ve ardımda koşuşmalar da duydum. Biri: N'oluyor, kavga mı var? diye sordu, sonra hemen arkasından: Kaatil! Kaatil! diye bağırdılar. Bu bağrışmaların beni ilgilendirdiğini düşünmüyordum. Ama çocukluğumda duyduğum itfaiyenin canavar düdükleri gibi uğursuz geliyordu bana. Uğursuz ve biraz da gülünç. Bacaklarımın bütün gücüyle koşuyordum.

Yalnızca affedilemeyecek bir yanlış yapmıştım: Edgar-Quinet Bulvarına doğru Odessa Sokağından gideceğim yerde, oradan Montpamasse Bulvarına doğru iniyordum. Farkına vardığımda çok geçti artık. Kalabalığın tam orta yerindeydim, şaşkın yüzler bana doğru dönüyorlardı (Tüylü yeşil bir şapkası olan çok boyalı bir kadının yüzünü hatırlıyorum), arkamda katil diye bağıran Odessa Sokağının aptallarının sesini işitiyordum. Bir el omzuma dokundu. Sonra kafam bozuldu: Bu kalabalığın içinde boğulup gitmek istemiyordum: İki el daha ateş ettim. İnsanlar bağrışmaya başladılar ve kaçıştılar. Koşarak bir kahveye girdim. Geçtiğim yerlerde müşteriler ayağa kalktılar, ama beni durdurmaya yeltenmediler, bir boydan bir boya kahvenin içinden geçtim, gidip tuvalete kapandım. Tabancamda bir kurşun vardı daha.

Bir zaman geçti. Soluk soluğaydım ve tıkanıyordum. Her yerde müthiş bir sessizlik vardı, sanki insanlar özellikle bütün bütüne susmuşlardı. Silâhımı gözlerimin hizasına kadar kaldırdım ve siyah, yuvarlak küçük deliğini gördüm: Kurşun oradan çıkacaktı, barut yüzümü yakacaktı. Kolumu bırakıverdim, bekledim. Bir zaman sonra sessiz adımlarla yaklaştılar. Yerden ayak seslerine bakılırsa kalabalık olmalıydılar. Biraz fısıldaştılar, sonra sustular. Bense hep soluyordum ve solumamı duyduklarını düşünüyordum. Biri yavaşça yaklaştı, kapının tokmağını sarstı. Kurşunlarımdan sakınmak için duvara yaslanmış olmalıydı. Birden ateş etmek istedim; ama son kurşun benimdi.

Ne bekliyorlar? diye sordum kendi kendime. Kapıya yüklenirlerse ve hemen kapıyı kırarlarsa, kendimi öldürecek zamanım olmaz, beni canlı yakalarlar. Ama acele etmiyorlardı, bana hep ölecek boş vakit bırakıyorlardı. Aptallar, korkuyorlardı.

Bir süre sonra bir ses yükseldi:

-Haydi açın, size kötülük etmeyeceğiz. Bir sessizlik oldu ve aynı ses yeniden:

-Kaçamayacağınızı pekâlâ biliyorsunuz, dedi.

Karşılık vermedim, hep soluyordum. Kendime ateş etmek cesaretini bulmak için: Beni yakalarlarsa döverler, dişlerimi kırarlar, belki de bir gözümü patlatırlar, diyordum kendi kendime. O koca herifin ölüp ölmediğini bilmek isterdim doğrusu. Belki de onu yalnızca yaralamıştım... Öteki iki kurşun da belki kimseyi yaralamamıştı. Birşeyler hazırlıyorlardı, yerde ağır bir şey çekiyor gibiydiler? Silâhımın namlusunu hızla ağzıma soktum, onu kuvvetle ısırdım. Ama tetiği çekemedim, parmağımı tetiğe bile götüremedim. Her şey yeniden sessizliğe gömüldü.

Sonra tabancayı yere atıp onlara kapıyı açtım.


Jean Paul Sartre - Duvar
Türkçesi: Eray Canberk
Can Yayınları