Makale Başlığı: Duvar

Duvar

Yazar: Jean Paul Sartre • Eklenme Tarihi: 06.10.2006 • Görüntüleme: 5.659

Özet:
Bizi büyük beyaz bir odaya soktular, gözlerim kırpışmaya başladı, ışık gözlerimi rahatsız ediyordu. Sonra bir masa ve masanın arkasında dört herif gördüm, sivildiler, kâğıtlara bakıyorlardı. Öteki tutukluları dibe yığmışlardı; onların yanına kadar gidebilmemiz için bütün odayı baştan başa geçmemiz gerekiyordu.

Kelimeler:
duvar, Jean Paul Sartre, felsefe

Bizi büyük beyaz bir odaya soktular, gözlerim kırpışmaya başladı, ışık gözlerimi rahatsız ediyordu. Sonra bir masa ve masanın arkasında dört herif gördüm, sivildiler, kâğıtlara bakıyorlardı. Öteki tutukluları dibe yığmışlardı; onların yanına kadar gidebilmemiz için bütün odayı baştan başa geçmemiz gerekiyordu.

Aralarında pek çoğunu tanıyordum; ötekiler yabancı olmalıydılar. Önümde duran ikisi yuvarlak kafalı, sarışındılar. Birbirlerine benziyorlardı. Fransızdılar sanıyorum.

Küçük olan durmadan pantolonunu yukarı çekiyordu: sinir işte. Bu üç saate yakın sürdü. Sersemlemiştim; kafam bomboştu. Ama oda iyiden iyiye sıcaktı; bu da hoşuma gitmiyor değildi; yirmi dört saatten beri buz kesmiştik. Muhafızlar tutukluları birbiri ardısıra masanın önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve işlerini soruyorlardı. Çoğu zaman pek derine inmiyorlar ya da Muhimmat depoları sabotajına katıldın mı? Ayın dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun? gibilerden şuradan buradan sorular soruyorlardı. Yanıtları dinlemiyorlardı, dinler gibi bile görünmüyorlardı. Bir an susuyorlar, dosdoğru önlerine bakıyorlar, sonra da yazmaya koyuluyorlardı. Tom'a Uluslararası Tugay'da çalıştığının doğru olup olmadığını sordular.

Ceketinin içinde ele geçirilen kâğıtlar yüzünden Tom aksini söyleyemiyordu. Juan'a hiçbir şey sormadılar, ama odanı söyledikten sonra uzun uzun birşeyler yazdılar.

-Anarşist olan erkek kardeşim Jose'dir, dedi Juan. Artık burada olmadığını pekâlâ biliyorsunuz. Ben hiçbir partiden değilim, ben hiç siyasetle uğraşmadım.

Yanıt vermediler. Juan yine:

-Ben bir şey yapmadım. Başkaları uğruna gürültüye gitmek istemiyorum, dedi.

Dudakları titriyordu. Bir gardiyan onu susturdu ve götürdü. Sıra bana gelmişti:

-Sizin admız Pablo Ibbieta mı?

-Evet, dedim. Herif kâğıtlara baktı.

-Ramon Gris nerede? diye sordu.

-Bilmiyorum.

-Ayın altısından ondokuzuna kadar onu evinizde saklamışsınız.

-Hayır.

Bir an birşeyler yazdılar, sonra gardiyanlar beni çıkardılar. Koridorda Tom ile Juan iki gardiyanın arasında bekliyorlardı. Yürümeye koyulduk. Tom gardiyanlardan birine sordu:

-Şimdi ne olacak?

-Ne olmuş ki? dedi gardiyan:

-Bu bir soruşturma mıydı, yoksa bir yargılama mı?

-Yargılamaydı, dedi gardiyan.

-Peki, şimdi bizi ne yapacaklar? Gardiyan, kuru kuru:

-Karar size hücrelerinizde bildirilecek, dedi.

Gerçekte bize hücre olarak verilen yer hâstanenin mahzenlerinden biriydi. Burası, hava akımı yüzünden korkunç soğuktu. Bütün gece buz kestik; gündüz de bundan daha iyi değildi durum.

Bundan önceki beş günü ortaçagdan kalma bir çeşit zindan olan başpiskoposluk mahzeninde geçirmiştim. Çok tutuklu olmasına karşılık yer az olduğundan neresi olursa olsun yerleştiriyorlardı.

Ben kendi yerimden yana şikâyetçi değildim, soğuktan üşümüyordum, ama orada yalnızdım. Zaman uzayınca da bu sinir bozucu bir şey oluyor. Mahzende can yoldaşı vardı. Juan hiç konuşmuyordu.

Korkuyordu ve üstelik söyleyecek bir sözü olmayacağı kadar gençti. Tom konuşkandı ve İspanyolcayı iyi biliyordu.

Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi getirip bırakınca oturduk, sessizce beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom,

-İşimiz bitik, dedi.

-Bence de, dedim. Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey yapmayacaklar.

-Ona bir suç yükleyemezler, dedi. O eylemcilerden birinin kardeşi, hepsi bu.

Juan'a baktım; söylenenleri işitirmiş gibi bir hali yoktu. Tom yeniden söze başladı:

-Saragossa'da ne yapmışlar, biliyor musun? Adamları yerlere yatırmışlar, sonra üzerlerinden kamyonlarla geçmişler. Bunu bize asker kaçağı bir Faslı söyledi. Mermi harcamamak için böyle yaptıklarını söylüyorlarmış.

-Ama onun yerine benzin harcıyorlar, dedim. Tom'a kızdım; böyle şeyler söylememeliydi.

-Yolda dolaşan, durumu kolaçan eden subaylar var, diye devam etti. Elleri ceplerinde, ağızlarında sigarayla bu olanları seyrediyorlar. Adamların işini bitirdiklerini mi sanıyorsun? Hepsine vız geliyor. Bağıra bağıra gebermelerine aldırmıyorlar bile. Bazan bir saat sürüyor. Faslı, diyordu ki: bunu ilk gördüğünde neredeyse kusuyormuş.

-Burada da böyle yapacaklarını sanmıyorum, dedim. Ama cephaneleri yetersizse, bilemem. Solda, tavana açılmış, gökyüzüne bakan yuvarlak bir delikten ve dört hava deliğinden içeri ışık giriyordu. Çoğunlukla bir kapakla kapalı duran bu yuvarlak delikten mahzene kömür boşaltılırmış. Tam deliğin altında kalın bir toz yığını vardı. Kömür hastaneyi ısıtsın diye getirilmişti, ama savaşın başlamasıyla hastalar hastaneden çıkarılmışlar, kömür de orada işe yaramaz bir halde kalmıştı.

Yukarıdan içeri yağmur giriyordu, çünkü kapağı kapatmayı unutmuşlardı.

Tom titremeye başladı.

-Hay Allah, titriyorum, dedi. İşte yine başlıyor.

Ayağa kalktı, el kol hareketleri yapmaya başladı. Her hareketiyle beyaz ve kıllı göğsü üstünde gömleği aralanıyordu. Yere sırtüstü uzandı, bacaklarını havaya kaldırdı, makas hareketleri yaptı. İri sağrısının titrediğini görüyordum. Tom topuz gibiydi, ama yağlıydı da. Tüfek mermilerinin ya da süngü uçlarının tıpkı bir topak tereyağa dalar gibi bu yumuşak et yığınına gömülüvereceğini düşündüm. Tom sıska olsaydı aynı şey aklıma gelmeyecekti.

Ben o kadar üşümüyordum, ama sanki kollarım omuzlarım benim değildiler. Zaman zaman bir şeyim eksikmiş gibi geliyordu da çevremde ceketimi aramaya koyuluyordum, sonradan birden ceketi bana vermedikleri aklıma geliyordu. Bu daha da kötüydü. Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir de hastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlâr. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya puflaya gelip yanıma çöktü.

-Isındın mı?

-Ne gezer, soluğum kesildi.

Akşamın saat sekizine doğru yanında iki falanjist ile bir komutan içeri girdi. Elinde bir yığın kâğıt vardı. Gardiyana seslendi:

-Nedir onların adları? Şu üçünün?

-Steinbock, Ibbieta, Mirbal, dedi gardiyan.

Komutan kelebek gözlüklerini taktı, elindeki listeye baktı:

-Steinbock... Steinbock... İşte. Ölüme mahkûm edildiniz. Yarın sabah kurşuna dizileceksiniz.

Yine baktı:

-Öteki ikisi de aynı, dedi.

-Olamaz, dedi Juan. Ben değilim.

Komutan, şaşkın bir tavırla ona baktı:

-Sizin adınız nedir?

-Juan Mirbal, dedi.

-İyi ya, adınız işte burada, dedi komutan. Ölüme mahkûm edildiniz.

-Ben hiçbir şey yapmadım ki, dedi Juan.

Komutan omuz silkti, Tom'la bana döndü:

-Bask mısınız?

-Yok, Bask değiliz. Canı sıkılmış gibiydi.

-Bana üç tane Bask olduğunu söylediler. Onların peşinden koşup zaman kaybedemem. Papaz istemezsiniz herhalde, değil mi?

Yanıt bile vermedik. Komutan,

-Şimdi bir Belçikalı doktor gelecek, dedi. Geceyi sizinle geçirmek için emir aldı.

Askerce selâm verip çıktı.

-Evet, dedim, olan ufaklığa oldu.

Bunu âdil olmak için söylüyordum, ama ufaklığı sevmiyordum. İpince bir yüzü vardı; korku, ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün çizgilerini bozmuştu. Üç gün öncesine kadar canlı bir oğlandı; böylesinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı bir ibneye benziyordu, ne yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum. Ona biraz şefkat göstermek hiç de fena olmazdı, ama şefkat beni tiksindiriyor, giderek midemi bulandırıyordu.

Tek söz söylemedi, ama kül gibi oldu. Yüzü ve elleri kül gibiydiler. Tekrar yerine oturdu; iri iri açılmış gözlerle toprağa baktı. Tom temiz yürekliydi. Onu kucaklamak istedi, ama ufaklık, yüzünü buruşturarak kendini sertçe çekiverdi.

-Bırak, dedim, alçak sesle. Neredeyse zırlamaya başlayacak, görüyorsun.

Tom ister istemez boyun eğdi. Ufaklığı avutmuş olsaydı, bu onu meşgul edecek, kafası kendine takılmayacaktı. Ama bu benim canımı sıkıyordu; ölümü hiç düşünmemiştim, çünkü böyle bir fırsat olmamıştı, ama şimdi fırsat vardı ve bunu düşünmek dururken neden başka şeyler yapmalıydı. Tom konuşmaya başladı:

-Sen herifleri hakladın mı? diye sordu bana.

Yanıt vermedim: Ağustos başından beri altı adam hakladığını anlatmaya başladı. Durumu pek anlamıyordu; anlamak istemediğini de açıkça görüyordum. Ben de tam tamına ne olup biteceğini canlandıramıyordum kafamda; çok acı çekilip çekilmeyeceğini kendi kendime soruyordum, kurşunları düşünüyordum, bedenimi delip geçen yakıcı sivriliklerini hayâl ediyordum. Bütün bunlar gerçek sorunun dışındaydı, ama ben sakindim. Anlamak için önümüzde bütün bir gece vardı. Bir süre sonra Tom konuşmasını kesti. Göz ucuyla Tom'a baktım: Onun da kül gibi olduğunu gördüm; zavallı bir görünüşü vardı. Başlıyor dedim kendi kendime. Neredeyse gece oluyordu, hava delikleri ve kömür yığını boyunca donuk bir ışık süzülüyor, gökyüzünün altında iri bir leke yapıyordu.

Tavanın deliğinden belli belirsiz bir yıldız görüyordum. Gece açık ve ayaz olacaktı. Kapı açıldı, iki gardiyan içeri girdiler. Belçika üniforması giymiş kumral bir adam geliyordu arkalarından. Bizi selâmladı.

-Ben doktorum, dedi. Bu eziyetli durumlarda yanınızda bulunmak için emir aldım.

Hoş ve kibar bir sesi vardı.

-Buraya ne yapmaya geldiniz? dedim.

-Kendimi sizin yerinize koyuyorum. Şu birkaç saatinizin ağırlığını hafifletmek için elimden geleni yapacağım, dedi.

-Neden bizim yanımıza geldiniz? Başkaları da var, hastaneler onlarla dolu.

-Beni buraya yolladılar, dedi şaşkın bir tavırla. Ah! Sigara içmek ister misiniz? diye ekledi birden. Sigara da var, yaprak sigara da.

Bize İngiliz sigaraları ve purolar sundu. Ama reddettik. Gözlerinin içine bakıyordum; sıkılmış gibiydi.

-Siz, buraya acıyıp ilgilenmeye gelmediniz, dedim. Zaten sizi tanıyorum. Beni tutukladıkları gün sizi faşistlerle kışlanın avlusunda görmüştüm.

Daha da konuşacaktım, ama birden beni şaşırtan bir şey oldu: Bu doktorun burada olması beni kendi kendimle ilgilenmekten alıkoymuştu. Çoğunlukla ben bir insanın üstüne düştüm mü kolayını bırakmam. Yine de konuşma isteği yitti gitti içimden, omzumu silktim, gözlerimi çevirdim. Biraz sonra başımı kaldırdım; meraklı bir tavırla beni süzüyordu. Gardiyanlar bir ot minderin üstüne oturmuşlardı. Koca sıska Pedro başparmaklarını çeviriyor, öteki de uyumamak için zaman zaman başını oynatıyordu.

-Işık ister misiniz? diye Pedro birden sordu doktora. Beriki, başıyla Evet, dedi. Doktorun meşe odunu kadar kafasız olduğunu düşünüyordum, ama kuşkusuz, kötü yürekli değildi. Soğuk, mavi iri gözlerine bakınca bana öyle geldi ki bu adam daha çok hayâl gücü noksanlığı yüzünden yanılgıya düşüyordu. Pedro çıktı; bir petrol lâmbasıyla geri döndü, lâmbayı sıranın köşesine koydu. Kötü aydınlatıyordu, ama hiç yoktan iyiydi. Geçtiğimiz gece bizi karanlıkta bırakmışlardı. Lâmbanın tavana vuran yuvarlak ışığına şöyle bir süre baktım. Büyülenmiştim. Sonra birden kendime geldim, ışığın yuvarlağı silindi, koskoca bir yük altında ezildiğimi hissettim. Bu ne ölüm düşüncesiydi, ne de korku; bu adsız bir şeydi. Elmacık kemiklerim yanıyordu ve kafam berbattı.

Silkindim, iki yoldaşıma baktım. Tom başını ellerinin arasına gizlemişti, ancak kalın ve beyaz ensesini görüyordum. Küçük Juan bütün bütün dağılmıştı; ağzı açıktı, burun delikleri titriyordu.

Doktor ona yaklaştı, sanki ona güç vermek istercesine elini omzuna koydu; ama gözleri soğuk soğuk bakıyordu. Sonra Belçikalının elinin sinsice Juan'ın kolu boyunca aşağıya,
bileğine kadar indiğini gördüm.

Juan kayıtsız davranarak kendini bırakıyordu. Belçikalı dalgın bir tavırla bileği üç parmağı arasına aldı, aynı anda biraz geri çekildi ve bana sırtını dönmek için şöyle bir yerleşti. Ama ben geriye kaykıldım; saatini çıkardığını ve ufaklığın bileğini elinden bırakmadan bir süre yakaladığını gördüm. Sonra hareketsiz duran eli bırakıverdi ve gitti duvara yaslandı, acele not etmesi gereken çok önemli bir şey varmış gibi birden cebinden bir defter çıkardı, oraya birşeyler çiziktirdi. Aşağılık herif, diye geçirdim içimden kızgınlıkla, benim de nabzımı yoklamaya kalkma sakın, pis ağzının orta yerine yerleştiririm yumruğu. Gelmedi, ama bana baktığını hissediyordum. Başımı kaldırdım, ben de ona baktım. Kimliği belirsiz bir sesle sordu:

-İnsan burada buz keser, öyle değil mi?

Üşümüş bir hali vardı, morarmıştı.

-Üşümüyorum, dedim.

Gözlerini dikip bana bakmaktan vazgeçmiyordu. Birden anladım, elimi yüzüme götürdüm: tere batmıştım. Bu mahzende, kışın ortasında, yel üfürür su götürürken, ben terliyordum. Terle keçeleşmiş saçlarımın arasına geçirdim parmaklarımı. Aynı anda gömleğimin ıslandığını, tenime yapıştığını fark ettim. En azından bir saattir terliyordum ve bunu hissetmemiştim. Ama bu, Belçikalı domuzun gözünden kaçmamıştı. Yanaklarımdan süzülen damlaları görmüştü ve marazlı sayılacak bir korku durumunun ortaya çıkması diye düşünmüştü; o kendisini doğal hissediyor, böyle olmakla da gurur duyuyordu; çünkü üşüyordu. Kalkıp suratını dağıtmak geldi içimden, ama tam davranmıştım ki utancım da, kızgınlığım da silinip gitti, kayıtsızca sıranın üstüne çöktüm.

Boynumu mendilimle kurulamakla yetindim, çünkü şimdi terlerin saçlarımdan süzülüp enseme aktığını hissediyordum; bu hoş bir şey değildi. Birden kurulanmaktan vazgeçtim zaten, yararsızdı. Mendilim sırılsıklam olmuştu ve hep terliyordum. Kaba etlerim de terliyordu ve ıslanan pantolonum sıraya yapışıyordu.

Küçük Juan birdenbire konuşmaya başladı:

-Doktor musunuz?

-Evet, dedi Belçikalı.

-İnsan uzun zaman acı çeker mi?

-Ne zaman?.. Yok canım, dedi Belçikalı babacan bir sesle, çabuk biter.

Ücretli muayene olmuş bir hastanın tasasını dağıtır gibi bir tavrı vardı.

-Ama ben... Bana dediler ki... Çoklukla iki kez yaylım ateşi açılırmış.

-Bazan, diye başını sallayarak yanıt verdi Belçikalı. İlk yaylım ateşinde can alıcı yerlere bir şey olmazsa bir daha ateş edebilirler.

-O zaman tüfekleri yeniden doldurmak ve yeniden nişan almak gerekmez mi?

Düşündü, kısılmış bir sesle ekledi:

-Bu da zaman alır!

Ufaklıkta acı çekmenin korkusu vardı, bundan başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Bense bunu pek düşünmüyordum; beni terleten acı çekme korkusu değildi. Ayağa kalktım, toz yığınına kadar yürüdüm. Tom sıçradı, kin dolu bir bakışla bana baktı; canını sıkıyordum çünkü ayakkabılarım gıcırdıyordu. Kendi kendime acaba benim yüzüm de onunki kadar kara sarı mı diye sordum. Baktım o da terliyordu. Gökyüzü muhteşemdi, bu kuytu köşeye hiç ışık girmiyordu, Büyük Ayı'yı görmek için başımı kaldırmam yeterdi.

Ama artık eskiden olduğu gibi değildi, önceki gece başpiskoposluktaki zindanımda koskoca bir gök parçası görebiliyordum ve günün her saati bana bir başka anıyı hatırlatıyordu. Sabahleyin gök pürüzsüz ve hafif mavi olduğunda Atlantik kıyılarındaki plajları düşünüyordum.

Öğleyin güneşi görüyordum ve hamsiyle zeytin yiyerek manzanilla içtiğim, Sevilla'daki bir içki evini hatırlıyordum. Öğleden sonra gölgeye giriyordum ve arenaların bir yarısı güneşten yanarken öbür yarısına düşen derin gölgeyi düşünüyordum. Dünyayı böyle gökyüzüne vuran yansısıyla görmek gerçekten acı verirdi insana.

Ama şimdi istediğim kadar bakıyordum gökyüzüne. Artık gökyüzü bana hiçbir şey hatırlatmıyordu. Böylesini yeğ tutuyordum. Gidip Tom'un yanına oturdum. Uzun bir zaman geçti.

Tom alçak sesle konuşmaya başladı. Hep konuşması gerekiyordu, böyle olmazsa düşünceleri içinde kendine yol bulamıyordu pek. Konuştuğu bendim, ama yüzüme bakmıyordu sanıyorum. Kuşkusuz, beni böyle kül gibi ve ter içinde, olduğum gibi görmekten korkuyordu. Birbirimize benziyorduk ve işin kötüsü birbirimizin aynası gibiydik. Capcanlı duran Belçikalıya bakıyordu.

-Sen anlıyor musun? diyordu. Ben anlamıyorum.

Ben de alçak sesle konuşmaya başladım. Belçikalıya bakıyordum.

-N'oldu, ne var?

-Anlayamadığım bir şey gelecek başımıza.

Tom'un çevresinde acayip bir koku vardı. Her zamankinden daha çok koku duyar gibi oldum. Alay ettim:

-Şimdi anlarsın.

-Anlaşılır gibi değil, dedi inatçı bir tavırla. Tam anlamıyla cesur olmak istiyorum, ama en azından olup bitecekleri bilmeliyim...

Dinle, bizi avluya götürecekler. Herifler gelip karşımıza sıralanacaklar.

-Kaç kişi olurlar?

-Ne bileyim. Beş ya da sekiz. Çok değil.

-İyi. Sekiz kişi olacaklar. Onlara Nişan al! diye bağıracaklar ve bana çevrilmiş sekiz tüfek göreceğim. Duvarı yarıp içine girmeyi isterim diye düşünüyorum; olanca gücümle duvara sırtımla yaslanacağım ve duvar karşı koyacak. Tıpkı kâbus gibi. Bütün bunları düşlüyorum kafamda. Ah bir bilsen nasıl düşlediğimi.

-İyi iyi! dedim, ben de düşlüyorum.

-Çok acı veren bir şey olmalı bu. Yüz tanınmasın diye insanın ağzına ve gözlerine nişan aldıklarını biliyorsun, diye ekledi haince. Şimdiden yaraları hissediyorum; bir saatten beri boynumda ve başımda ağrı var. Gerçek acı değil. Kötüsü de bu ya, yarın sabah duyacağım acılar. Peki sonra?

Ne demek istediğini çok iyi anlıyordum, ama hiç de öyle görünmek istemiyordum. Acılara gelince, ben de küçük bıçak yaraları gibi bedenimde bu acıları duyuyordum. Alışamıyordum, ama onun gibiydim, önem vermiyordum.

-Sonra, dedim sert bir biçimde, nalları dikeceksin. Yalnızca komedi, için konuşmaya koyuldu. Gözlerini Belçikalıdan ayırmıyordu. Berikinin dinler gibi bir hali yoktu. Ben onun ne diye buraya geldiğini biliyordum. Ne düşündüğümüz onu ilgilendirmiyordu. Bizim bedenlerimize bakmaya gelmişti, diriyken can çekişen bedenlerimizi seyretmeye gelmişti.

-Kâbuslarda olduğu gibi, diyordu Tom, insan bazı şeyler düşünmek ister, hep böyle olduğunu bilir, anlamakta gecikmez ve sonra çekilip gider, elimizden kaçar ve düşer. Kendi kendime, sonra hiçbir şey olmayacak artık, diyorum. Ama bunun ne demek olduğunu anlamıyorum. Hemen hemen buraya kadar ulaştığım anlar oldu... ama sonra olan oluyor, yeniden acıları, kurşunları, patlamaları düşünmeye başlıyorum. Ben maddeciyim, inan bana. Deli olmuyorum. Ama sonu gelmeyen bir şey var. Cesedimi görüyorum: güç değil, ama kendi gözlerimle kendimi görüyorum.

Düşünmeye başlamam gerekiyor... hiçbir şeyi görmeyeceğimi, hiçbir şeyi işitmeyeceğimi ve dünyanın ötekiler için sürüp gideceğini düşünmeye başlamam gerekiyor. İnsan bunu düşünmek için yaratılmamıştır Pablo. İnan bana. Bazı şeyler bekleyerek uykusuz geçirdiğim bütün bir gecede bütün bunlara ulaştım. Ama bu aynı şey değil. Arkadan saldıracak bize. Pablo, biz de hazırlıksız olacağız.

-Kes sesini, dedim ona, istersen bir günah çıkaran papaz çağırayım sana?

Karşılık vermedi. Peygamberlik taslamak, kişiliksiz bir sesle konuşarak bana Pablo demek isteğinde olduğunu çoktan fark etmiştim: Böylesi bir şeyi sevmiyordum, ama öyle gözüküyor ki bütün İrlandalılar böyledirler. Belli belirsiz bir sidik kokuyor gibime gelmişti. Aslında Tom'a pek yakınlık duymuyordum ve her ne kadar birlikte de bulmuyordum. Bazı adamlar vardır ki onlarla olan ilişki farklıdır, sözgelişi Ramon Gris'le. Ama Tom'la Juan arasında kendimi yalnız hissediyordum: Zaten böylesi daha işime geliyordu. Ramon'la bir arada olaydım belki de yumuşardım. Ama şu anda korkunç derecede katıydım ve böyle kalmak istiyordum.

Bir çeşit dalgınlıkla Tom, sözcükleri gevelemeye devam ediyordu. Kendini düşünmekten alıkoymak için konuştuğu kesindi. Yaşlı prostat hastaları gibi keskin sidik kokuyordu. Aslında ben de onun gibi düşünüyordum; bütün söylediklerini ben de söyleyebilirdim: Böylesi ölmek doğal bir şey değildir. Ölüm yolunu tuttuğumdan bu yana hiçbir şey bana doğal gelmiyordu, ne bu kömür yığını, ne tahta sıra, ne de Pedro'nun pis suratı. Yalnızca Tom'la aynı şeyleri düşünmek hoşuma gitmiyordu. Pekâlâ biliyordum ki bütün bir gece, hiç olmazsa beş dakika kadar bazı şeyleri aynı anda düşünüp duracağız, terleyeceğiz ya da titreyeceğiz. Şöyle yandan baktım ona, bana ilk kez tuhaf gözüktü; ölümünü yüzünde taşıyordu. Gururum yaralanmıştı; yirmi dört saatlik bir süre içinde Tom'un yanıbaşında yaşamıştım, onu dinlemiştim, onunla konuşmuştum, biliyordum ki hiç ortak bir şeyimiz yoktu. Şimdiyse ikiz kardeşler kadar birbirimize benziyoruz, basit bir şey, çünkü birlikte geberip gideceğiz. Tom bana bakmaksızın elimi tuttu:

-Pablo, kendi kendime soruyorum... İnsanoğlunun yok olup gittiği gerçekten doğru mu diye soruyorum.

Elimi çektim,

-Ayaklarının arasına bak, salak, dedim.

Ayaklarının arasında küçük bir su birikintisi vardı ve pantolonundan damlalar düşüyordu.

-Bu da ne? dedi korkuyla.

-Altına işemişsin, dedim.

-Doğru değil, dedi kızgınlıkla. İşemem, bir şey yok. Belçikalı yaklaşmıştı. Göstermelik bir
merakla sordu:

-Hasta mısınız?

Tom karşılık vermedi. Belçikalı hiçbir şey söylemeden birikintiye bakıyordu.

-Bu da nedir, anlamadım, dedi Tom, sert bir tavırla. Ama korkmuyorum. Size yemin ederim ki korkmuyorum. Belçikalı yanıt vermedi. Tom ayağa kalktı, gitti bir köşeye işedi. Önünü ilikleyerek geri geldi, oturdu, bir daha da ağzını açmadı. Belçikalı not alıyordu.

Üçümüz birden ona bakıyorduk, çünkü canlıydı. Bir canlının hareketleri, bir canlının kaygıları vardı. Yaşayan insanlar nasıl titrerse öyle titriyordu bu mahzenin içinde. Kendi emri altında ve iyi beslenmiş bir bedeni vardı. Biz ötekiler, bedenimiz var mı yok mu bir şey duymuyorduk. Ne olursa olsun hiçbir şey. Bacaklarımın arasını, pantolonumu yoklamak istedim, ama cesaret edemiyordum. Belçikalıya akıyordum. Bacaklarının üstünde yay gibi gergin, kaslarına hükmediyor ve yarını da düşünebiliyordu. Biz, kanımız çekilmiş üç gölge, orada duruyorduk, ona bakıyorduk ve vampirler gibi hayatını emiyorduk.

Sonunda küçük Juan'a yaklaştı. Çocuğun ensesine dokunmak istemesi meslek aşkından mıydı, yoksa bir acıma isteğine boyun eğmesinden mi? Acımak söz konusuysa bütün bir gecede bir tek kere oldu bu. Küçük Juan'ın başını ve boynunu okşadı. Ufaklık kendini bırakıverdi, gözlerini ondan ayırmıyordu, sonra birden adamın elini yakaladı, garip garip baktı. Belçikalının elini iki eli arasında tutuyordu ve ellerin hiç de hoş bir görünüşü yoktu. Bu tombul ve kırmızı eli, kül rengi iki mengene sıkıyordu. Birşeylerin olacağından kuşkulanıyordum. Tom da aynı durumda olmalıydı. Ama Belçikalı bir şeyin, farkında değildi, babacan bir tavırla gülümsüyordu. Bir süre sonra ufaklık, kırmızı iri eli ağzına götürdü ve ısırmak istedi. Belçikalı can havliyle elini kurtardı ve sendeleyerek duvara kadar gitti. Bir saniye bize korkuyla baktı, bizim kendisine benzer adamlar olmadığımızı birden anlamış olmalıydı. Gülmeye başladım. Gardiyanlardan biri yerinden sıçradı. Öteki uyumuştu; gözleri açık ve bembeyazdı.

Kendimi hem yorgun, hem de aşırı coşkulu hissediyordum. Sabaha karşı başımıza gelecek olanı, ölümü düşünmek istemiyordum. Bunun hiçbir anlamı yoktu, ya kelimeler ya da boşluktan başka bir şey değildi karşılaştığım. Başka bir şey düşünmeye kalktığımda, üzerime çevrilmiş tüfek namlularını görüyordum. Belki yirmi kereden fazla idam edilişimi yaşadım. Bir keresinde sahiden oldu sandım; bir dakika dalıp uyumuş olmalıyım. Beni duvara doğru götürüyorlardı, debelenip duruyordum ve beni bağışlamalarını istiyordum. Sıçrayarak uyandım ve Belçikâlıya baktım. Uykumda bağırmış olmaktan korkuyordum. Ama o bıyığını buruyordu, bir şeyin farkında değildi.

İsteseydim bir an uyurdum sanıyorum. Kırk sekiz saattir uyumamıştım, canıma tak etmişti. Ama hayattan iki saat kaybetmek istemiyordum. Şafak atarken gelip beni uyandıracaklardı, uyku sersemi arkalarından gidecektim ve gık demeden gidecektim. Böylesini istemiyordum. Bir hayvan gibi ölmek istemiyordum. Anlamak istiyordum. Üstelik kâbus görmekten de korkuyordum. Ayağa kalktım, bir uçtan bir uca yürüdüm, kafamdaki düşünceleri değiştirmek için geçmiş hayatımı düşünmeye başladım. Bölük pörçük bir yığın ânı kafama yığıldı. İyileri de vardı, kötüleri de. Ya da ben önceden bunları böyle adlandırıyordum. Yüzler ve öyküler vardı. Yortu şenlikleri sırasında Valensiya'da boynuz yemiş bir matador yamağının yüzü, amcalarımdan birinin yüzü, Ramon Gris'nin yüzü gözümün önünde yeniden canlandı. Başımdan geçenleri hatırladım: 1926'da nasıl üç ay işsiz güçsüz kaldığımı, nasıl açlıktan geberdiğimi, Granada'da bir sıra üzerinde geçirdiğim geceyi hatırladım: üç gündür âğzıma bir lokma koymamıştım, kudurmuştum, geberip gitmek istemiyordum. Bu beni güldürdü. Mutluluk peşinde, kadınların peşinde, özgürlüğün peşinde koşmuştum, hem de nasıl. Niyeydi bütün bunlar?

İspanya'yı kurtarmak istemiştim. Piy Margall'a hayrandım. Anarşist harekete katılmıştım. Toplantılarda konuşmuştum. Her şeyi ciddiye alıyordum; sanki ölümsüzmüşüm gibi. Bu anda bütün hayatım önüme seriliymiş gibi bir izlenim uyandı içimde ve düşündüm: Kutsal bir kuruntuymuş demek ki. Madem ki sona erecek, hiçbir şeye değmezmiş. Kızlarla nasıl dalga geçebildiğimi, nasıl gezip tozabildiğimi sordum kendime. Böyle öleceğimi bilseydim tek parmağımı bile oynatmazdım. Hayatım önümdeydi, kapalı, saklı, bir çanta gibi. Gelgelelim içinde olanlar daha bitmemişti. Bir an hayatımı yargılamaya kalktım. Kendi kendime güzel bir hayattı demek isterdim. Ama bir yargıya varamıyordu insan, bu bir taslaktı. Zamanımı ölümsüzlük için uğraşmakla geçirmişim, bir şey anlamamışım. Hiçbir şeyden hayıflanmıyordum. Hayıflanabileceğim bir yığın şey vardı, manzanilla'nın tadı, Cadiz yakınlarında küçük bir koyda yazın denize girişim gibi. Ama ölüm hepsini berbat etmişti. Belçikalının güzel bir fikri vardı: birden,

-Dostlarım, dedi, askeri yönetimin izin vereceği biçimde, sizden sevdiklerinize bir iki söz ya da bir hatıra götürebilirim.

Tom, gürledi:

-Benim kimsem yok!

Hiçbir yanıt vermedim. Tom bir an durdu, sonra bana dönüp merakla,

-Concha'ya söyleyecek bir şeyin yok mu? dedi.

-Hayır.

Bu çiçeği burnunda sırdaşlıktan tiksiniyordum. Benim yanılgımdı. Geçen gece Concha'dan söz etmiştim, kendimi tutmalıydım. Bir yıldan beri bu kadınla birlikteydim. Daha dün gece, onu beş dakika görebilmek için bir baltada kolumu kesip atabilirdim. İşte bu yüzden konuştum, benden daha güçlü bir şeydi. Şimdiyse onu görmek gelmiyordu içimden, ona söyleyecek sözüm yoktu artık. Onu kollarıma alıp sıkmak da istemiyordum. Bedenimden ürkmüştüm, çünkü kül rengine dönüşmüştü ve terliyordu. Onunkinden de korkmayacağımdan emin değildim. Concha ölümümü öğrenince ağlayacaktı. Aylarca içinden yaşamak isteği gelmeyecekti. Ama ölecek olan bendim. Tatlı güzel gözlerini düşündüm. Bana baktığı zaman ondan bana birşeyler geçerdi. Bunun bittiğini düşündüm. Şimdi bana baksaydı bakışı gözlerinde kalır, bana kadar ulaşmazdı. Yalnızdım.

Tom da yalnızdı, ama aynı biçimde değil. Ata biner gibi oturmuştu, dudaklarında bir çeşit gülümsemeyle tahta sıraya bakıyordu; şaşkın bir hali vardı. Elini uzattı, sakınarak tahtaya dokundu, sanki birşeyleri kırmaktan korkuyor gibiydi, sonra birden elini çekti ve titredi. Ben Tom olsaydım sıraya dokunmakla oyalanmazdım. Bu da bir İrlanda güldürüsüydü. Ama ben de eşyalarda garip bir hava bulunduğunu teslim ediyordum. Fazlasıyla silikleşmişlerdi, her zamankinden daha az yoğundular. Ölüme gittiğimi duymam için sıraya, lâmbaya, toz yığınına bakmam yetip artıyordu bile. Elbette ölümümü açık seçik düşünemiyordum. Ama onu her yerde görüyordum, eşyaların üstünde, kuytuya çekilmiş ve birbirlerinden gelişigüzel uzaklaşmış, tıpkı bir ölünün başucunda alçak sesle konuşanlar gibi, bir biçimde. Sıranın üstünde gidip dokunduğu Tom'un kendi ölümüydü.

İçinde yaşadığım durumda elimi kolumu sallayarak evime gidebileceğimi, hayatımın bağışlandığını söyleselerdi, buz gibi ederdi bu beni. İnsan ölümsüz olma hayâlini yitirince birkaç saat ya da birkaç yıl beklemek aynı şey. Bir şeye aldırmıyordum, bir anlamda sakindim. Ama bu korkunç bir sakinlikti; bedenimin yüzünden. Bedenim. Onun gözleriyle görüyordum, onu kulaklarıyla işitiyordum, ama bu artık ben değildim. Tek başına titriyor, tek başına terliyordu. Ben onu tanımıyordum artık. Ne olduğunu anlamak için ona dokunmalıydım, ona bakmalıydım, bir başkasının bedeni mi değil mi diye. Vakit vakit onu hissediyordum yine, burunüstü inişe geçen bir uçaktaymış gibi kaymalar ya da yüreğimin çarptığını hissediyordum. Ama bu bana yeterli gelmiyordu, bedenimden gelen her şeyde kirli karanlık bir hava vardı. Çoğu zaman susuyordu, sessiz sedasız oluyordu ve bir çeşit ağırlıktan, bana aykırı iğrenç bir varlıktan başka bir şey hissetmiyordum. Kocaman bir kemirici böceğe bağlanmışım gibime geliyordu. Bir an pantolonumu yokladım ve ıslak olduğunu hissettim. Terden mi yoksak sidikten mi ıslandığını bilmiyordum. Ama önlem almak için gittim kömür yığınının üstüne işedim.

Belçikalı, saatini çıkardı baktı.

-Saat üç buçuk, dedi.

Salak herif! İlle de bunu demeliydi sanki. Tom havaya sıçradı. Zamanın akıp gittiğinin farkında bile değildik daha. Gece bizi karanlık ve şekilsiz bir yığın gibi sarıyordu. Gecenin başladığını hatırlamıyordum bile.

Küçük Juan bağırmaya başladı. Ellerini eğip büküyor, yalvarıyordu:

-Ölmek istemiyorum, ölmek istemiyorum!

Kollarını havaya kaldırarak bütün mahzen boyunca koştu, sonra ot minderlerden birine yığıldı ve hıçkırdı. Tom donuk gözlerle ona bakıyordu ve artık onu avutmak içinden gelmiyordu. Aslında bu acı çekme değildi. Ufaklık, bizden daha çok gürültü ediyordu, ama daha az işin farkındaydı. Hastalığına ateşle karşı koyarak kendini savunan hasta gibiydi. Ateş de olmasa durum daha da kötüdür.

Ağlıyordu. Kendi kendine acıdığını görüyordum açıkça. Ölümü düşünmüyordu. Bir saniye, yalnızca bir saniyecik ben de kendime ağlamayı düşündüm, kendime acıyarak ağlamayı. Ama tam tersi oldu, ufaklığa şöyle bir göz attım, sarsılan zayıf omuzlarını gördüm ve kendimi insanlık dışı buldum. Ben ne başkalarına acıyabilirdim, ne kendime. Kendi kendime Dürüstçe ölmek istiyorum, dedim.

Tom kalkmıştı, yuvarlak deliğin tam altına gitti ve günışığını gözlemeye koyuldu. Benimse aklım bir şeye gelip takılmıştı: dürüstçe ölmek istiyordum ve bundan başka bir şey düşünmüyordum. Ama her şeyin üstünde, doktorun bize saati söylediğinden bu yana, zamanın kayıp gittiğini, damla damla aktığını hissediyordum. Tom'un sesini duyduğumda hava hâlâ karanlıktı.

-Duyuyor musun?

-Evet.

Herifler avluda yürüyorlardı.

-İşimizi bitirmeye mi geldiler yoksa? Karanlıkta ateş edemezler ki!

Bir süre sonra hiçbir şey duymadık. Tom'a,

-İşte gün doğdu, dedim.

Pedro esneyerek ayağa kalktı, gidip lâmbayı söndürdü. Arkadaşına,

-Amma ayaz, dedi.

Mahzen kül rengi olmuştu. Uzaklardan tüfek sesleri işittik.

-Başlıyor, dedim Tom'a. Yapsalar yapsalar bu işi arkadaki avluda yaparlar. Tom doktordan bir sigara istedi. Ben istemedim; canım ne sigara istiyordu ne de içki. Bu andan sonra sürekli ateş edip durdular.

-Anlıyor musun? dedi Tom.

Birşeyler eklemek istiyordu, ama susuyordu, kapıya bakıyordu. Kapı açıldı, dört askerle bir teğmen içeri girdi. Tom sigarasını düşürüverdi.

-Steibock kim?

Tom karşılık vermedi. Onu gösteren Pedro oldu.

-Juan Mirbal kim?

-Şu ot minderin üstündeki.

-Ayağa kalkın, dedi teğmen.

Juan kımıldamadı. İki asker koltuk altlarından tuttukları gibi onu kaldırdılar. Ama bırakır bırakmaz yığılıverdi. Askerler duraksadılar.

-Kendini kötü hisseden ilk mahkûm değil bu, dedi teğmen. Siz ikiniz alın götürün onu, orada n'aparlarsa yapsınlar. Tom'a döndü:

-Haydi, yürüyün.

Tom iki askerin arasında çıktı. Öteki iki asker ardlarından gidiyorlardı, küçüğü koltuklarından ve dizlerinden tutmuşlar götürüyorlardı. Bayılmamıştı, gözleri iri iri açılmıştı ve yanaklarından yaşlar akıyordu. Ben de çıkmak isteyince teğmen beni durdurdu:

-Siz İbbieta mısınız?

-Evet.

-Şimdilik burada bekleyin. Birazdan gelip sizi alacaklar.

Çıktılar. Belçikalı ve iki gardiyan da çıktı, ben yalnız kaldım. Başıma ne geleceğini bilmiyordum, ama hemen işimi bitirseler benim için iyi olurdu. Hemen hemen düzenli aralıklarla salvoları işitiyordum, her biriyle titriyordum. Ulumak ve saçlarımı yolmak istiyordum. Ama dişlerimi sıkıyor, ellerimi ceplerime daldırıyordum; çünkü dürüst kalmak istiyordum.

Bir saat sonra beni almaya geldiler ve birinci kata, sıcaklığının bana boğucu geldiği, sigara kokan bir odaya götürdüler. Orada, dizlerinin üstünde kâğıtlar olan, koltuklara oturmuş sigara içen iki subay vardı.

-Senin adın İbbieta mı?

-Evet.

-Ramon Gris nerede?

-Bilmiyorum.

Beni sorguya çeken, kısa boylu, tıknaz biriydi. Kelebek gözlüklerinin ardında katı bakışlı gözleri vardı.

-Yaklaş, dedi.

Yaklaştım. Ayağa kalktı, yüzüme, beni yerin dibine sokmak istercesine bakarak kollarımdan yakaladı. Aynı zamanda bütün gücüyle pazularımı sıkıyordu. Bu bana acı çektirmek için değildi, bu büyük bir oyundu, bana sözünü geçirmeye çabalıyordu. Pis soluğunu suratıma üflemekten de geri kalmıyordu. Böyle bir süre kaldık, bu bana gülmek isteği veriyordu. Ölüme giden adamı yıldırmak için daha da fazladan birşeyler yapmak gerekirdi. Bu işe yaramıyordu.

Şiddetle beni itti ve yine oturdu.

-Onun hayatına karşılık senin hayatın. Onun nerede olduğunu bize söylersen hayatını kurtarırız. Kırbaçlı, çizmeli bu iki adam yine de bir gün ölecektiler. Benden biraz daha sonra, ama çok sonra değil. Ellerindeki kâğıt parçalarında ad arıyorlardı, başka insanları hapsetmek ve aşağılamak için onların peşlerinden koşuyorlardı. İspanya'nın geleceği konusunda ve başka konularda görüşleri vardı. Onların küçük çabaları bana kaba, gülünç geliyordu. Kendimi onların yerine koyamıyordum artık, bana deliymiş gibi geliyorlardı. Tıknazı hep bana bakıyordu, kırbacıyla çizmelerine vuruyordu. Bütün hareketleri ona canlı ve yırtıcı bir hayvan görünüşü vermek için hesaplı kitaplıydı.

-Evet? Anlaşıldı mı?

-Gris'in nerede olduğunu bilmiyorum, dedim. Sanırım Madrid'teydi.

Öteki subay solgun elini şöyle bir kaldırdı. Bu şöyle bir hareket bile hesaplıydı. Bütün küçük oyunlarını görüyordum ve böyle eğlenmek isteyen insanların bulunması beni şaşırtıyordu.

Yavaşça,

-Düşünmek için on beş dakikanız var, dedi. Alın bunu çamaşırhaneye götürün, on beş dakika sonra geri getirin. İnkâr etmekte direnirse hemen kurşuna dizilecek.

Ne yaptıklarını biliyorlardı: Geceyi beklemekle geçirmiştim. Ondan sonra, Tom ve Juan kurşuna dizilirken beni bir saat daha mahzende bekletmişlerdi, şimdi de götürüp beni çamaşırhaneye kapatıyorlardı. Yapacakları şeyi geceden hazırlamış olmalıydılar. Zamanla sinirlerin harap olacağını söylüyor ve benim de böyle olacağımı umut ediyorlardı. Aldanıyorlardı. Çamaşırhanede arkalıksız bir iskemleye oturdum, çünkü kendimi pek bitkin hissediyordum. Düşünmeye koyuldum. Ama onların önerisini değil elbette. Gris'in nerede olduğunu biliyordum doğrusu: Yeğenlerinin yanında gizleniyordu, şehirden dört kilometre uzaktaydı. Gizlendiği yeri açık etmeyeceğimi de biliyordum, işkence yapmazlarsa. (İşkenceyi düşünür gibi bir halleri de yoktu zaten.) Bütün bunlâr pek düzgün, anlaşılırdı ve beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Yalnızca davranışımın nedenlerini anlamak istemiştim. Gris'i ele vermektense gebermeyi yeğ tutuyordum. Niçin? Artık Ramon Gris'i sevmiyordum. Ona olan dostluğum Concha'ya olan aşkımla, yaşamak tutkumla birlikte gün doğmadan az önce ölüp gitmişti. Kuşkusuz ona hep değer veriyordum, yiğit bir adamdı. Ama onun yerine ölmeyi kabul edişimin nedeni bu değildi; hayatı benimkinden daha değerli değildi. Hiçbir hayatın değeri yoktu. Tutup bir adamı duvara dayıyorlar, sonra da geberip gidene kadar üstüne ateş ediyorlardı. İster bu adam ben olayım, ister Gris olsun, ister bir başkası, hep aynıydı. İspanya söz konusu olunca, Gris'nin benden daha işe yarar bir insan olduğunu biliyordum, ama İspanya ve kargaşa vız geliyordu bana. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.

Gelgelelim ben buradaydım. Gris'i ele vererek de postu kurtarabilirdim ve bunu yapmayı reddediyordum, hatta bunu gülünç bile buluyordum; bu inattandı. Dik başlılık etmek gerek! diye düşünüyordum. İçime tuhaf bir sevinç doluyordu. Gelip beni aldılar, iki subayın yanına götürdüler: Ayaklarımızın dibinden bir fare geçti ve dalgaya aldım işi. Falanjistlerden birine döndüm ve:

-Fareyi gördünüz mü? dedim.

Yanıt vermedi. Karamsardı, ciddi olmaya çabalıyordu. İçimden gülmek geliyordu benimse, ama kendimi tutuyordum, çünkü bir başladım mı kendimi tutamayacağımdan korkuyordum. Falanjist, bıyıklıydı. Ona yeniden:

-Bıyıklarını kesmelisin ahbap, dedim.

Yaşarken yüzünü kılların sarması bana tuhaf geliyordu. Gelişigüzel bir tekme savurdu bana ve sustum.

-Ee, dedi tıknaz subay, düşündün mü?

Çok ender görülen cinsten böceklere bakar gibi merakla baktım onlara.

-Nerede olduğunu biliyorum, dedim. Mezarlıkta gizleniyor. Ya bir mezar çukurunda, ya da mezarcıların kulübesinde.

Bu onlara bir oyun oynamak içindi. Onların ayağa kalktıklarını, fişekliklerini kuşandıklarını ve telâşlı bir tavırla emirler verdiklerini görmek istiyordum.

Ayağa fırladılar.

-Haydi gidelim. Moles, git Teğmen Lopez'den on beş adam iste. Sen; dedi tıknaz olanı, sana gelince doğruyu söylüyorsan sözüm yok; bizi uyutuyorsan bu sana pahalıya mal olacak. Bağıra çağıra gittiler ve ben falanjistlerin gözetimi altında sakin sakin bekledim. Zaman zaman kendi kendime gülümsüyordum, çünkü neler yaptıklarını düşünüyordum. Kendimi sersemlemiş ve kötücül hissediyordum. Onları mezar taşlarını kaldırırken, bir bir lâhit kapılarını açarken gözümün önüne getiriyordum. Sanki bir başkasıymışım gibi durumu gözümde canlandırıyordum. Kahramanlık yapmayı aklına koymuş şu mahkûm, bıyıklarıyla şu heybetli falanjistler ve mezarların arasında koşup duran şu üniformalı adamlar: Bu dayanılmaz bir gülünçlüktü.

Yarım saat sonra ufak tefek tıknaz olanı tekbaşına çıkageldi. Beni kurşuna dizme emri vereceğini düşündüm. Ötekiler mezarlıkta kalmış olmalıydılar.

Subay bana baktı. Pek öyle bozum olmuş bir hali yoktu.

-Ötekilerle birlikte bunu da büyük avluya götürün, dedi. Askerî harekâttan sonra, görevli mahkeme kaderini tayin edecek.

Anlamamıştım.

-Yani beni... Beni kurşuna dizmeyecek misiniz? diye sordum.

-Şimdi değil herhalde. Sonra. Artık işin orasını bilmem.

Hiç, ama hiç anlamıyordum.

-Ama niçin? dedim.

Yanıt vermeden omuzlarını silkti ve askerler beni alıp götürdüler. Büyük avluda kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla yüz kadar tutuklu vardı. Ortadaki yeşilliğin çevresinde dönmeye koyuldum, şaşkındım. Öğleyin, bizi yemekhanede doyurdular. İki üç herif beni sorguya çekti. Onları tanıyor olmalıydım, ama yanıt vermedim. Nerede olduğumu da bilmiyordum artık.

Akşama doğru on kadar yeni tutukluyu avluya getirdiler. Fırıncı Garcia'yı tanıdım. Bana:

-İşe bak! Seni hayatta bulacağımı düşünmüyordum, dedi.

-Beni ölüme mahkûm etmişlerdi, dedim, sonra da fikirlerini değiştirdiler. Nedendir bilmiyorum.

-Beni saat ikide tutukladılar, dedi Garcia.

-Niçin?

Garcia siyasetle ugraşmıyordu.

-Bilmiyorum, dedi. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi tutukladılar.

Sesini alçalttı.

-Gris'yi de hakladılar. Titremeye başladım.

-Ne zaman?

-Bu sabah. Aptallık etmiş. Salı günü yeğeninden ayrılmış, çünkü birşeyler öğrenmişler. Onu gizleyecek adam yok değilmiş, ama o kimseye yük olmak istemiyormuş. İbbieta'larda gizlenecektim, ama onlar yakalanınca gidip mezarlığa gizleneceğim, demiş.

-Mezarlığa mı?

-Evet. Aptallık işte. Tabii bu sabah oradan geçtiler, olan oldu. Mezarcıların kulübesinde buldular onu. Ateş ettiler, işini bitirdiler.

-Mezarlıkta!

Her şey dönmeye başladı ve toprağa çöküverdim: Öyle bir gülüyordum ki, gözümden yaşlar geliyordu.