Makaleler Makale ve Araştırmalar Makaleler Sağlıksız Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri
Makale Başlığı: Sağlıksız Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri

Sağlıksız Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri

Yazar: Afşar Timuçin • Eklenme Tarihi: 09.11.2007 • Görüntüleme: 5.480

Özet:
Afşar Timuçin`in 28/11/1979 günü İstanbul`da Filarmoni Derneği`nde yaptığı konuşmanın özeti

Kelimeler:
Sağlıksız, Kentleşme, Olgusuç Sanat, Etkileri, makaleler, Afşar Timuçin

Arkadaşımız Afşar Timuçin'in 28/11/1979 günü İstanbul'da Filarmoni Derneği'nde yaptığı konuşmanın özeti

Saym Bayanlar ve Baylar,
Sevgili arkadaşlarım!
Aşağı yukarı bir otuz yıldır Türkiye toplumu çok önemli bir olguyu, iç göç olgusunu yaşamaktadır. İnsanların köylerden ve kasabalardan kopup büyük kentlere gelmesi olgusu olağan sınırlan aştığı zaman iç göç olgusu başlar. (Yoksa köylerden ve kasabalardan kentlere doğru belli bir insan akını her zaman görülebilir.) Çok önemli sonuçlarını yaşadığımız, daha da çok önemli sonuçlarını yaşayacağımız iç göç olgusunu bilim adamlarımız yeterince incelemediler nedense. Sorun her şeyden önce toplumbilimsel ve iktisadi bir sorundur, incelenmesi de bu bakımdan öncelikle toplumbilimcilere ve iktisatçılara düşer. İç göç olgusunun temelinde hangi iktisadi güdülerin bulunduğu, aynca bu olgunun hangi toplumsal yapıları dağıttığı ve hangi toplumsal yapıları kurduğu, yani toplumsal dönüşüme ne ölçüde katkılar ya da duraksamalar getirdiği ince ince ayrıştırılmak gerekir, bu da en başta toplumbilim ve iktisat bilginlerimizin incelemesine açıktır. Ama bu sorun öylesine köklü bir sorun ki ondan hiçbirimiz kaçamayız, biz felsefeciler de kaçamayız siz müzikçiler de kaçamazsınız.

Bundan hiçbirimiz kaçamayız, çünkü sonuçlan yaşam biçimimizi etkiliyor, dolayısıyla düşünce dünyamızı etkiliyor, dolayısıyla sanatımızı etkiliyor, çünkü sonuçları bize yeni duyuşlar, yeni düşünüşler getirmekte, toplumu dönüştürürken teker teker bizleri de dönüştürmekte. Kendilerini toplumdan soyutlanabilecek kadar büyük görenler ya da toplumun dışında yaşama kurnazlığını göstermeye çalışanlar bir süre sonra toplumun dışına itilirler, sonra da erir giderler. Nice yetenekli insan toplum dışına kaçarak kendini bitiimiştir. Bu yüzden toplumsal olaylardan kaçarak başımızı soktuğumuz tek kişilik kuytu yerler en tehlikeli yerlerdir. Ve sonunda düşünür için ve sanatçı için en büyük tehlike nasıl bir dünyada yaşadığını bilememekten gelen yabancılaşma tehlikesidir.

- Öyleyse bu büyük sorunu, iç göç sorununu yüreklilikle ele almamız gerekiyor. Gerçi bu sorun ha deyince tutamayacağımız kadar kaygan bir sorundur. Geçenlerde üst düzeyde bir yetkili, bu konuya bilim dışı yöntemlerle yaklaşıldığından yakınmaktaydı. Oysa, iç göçün bilimsel açıklamaları da bilimıdışı açıklamaları da yok ortada. Bilimin olmadığı yerde bilimdışı vardır ve iç göç bilimsel olarak çok iyi açıklanmış olsaydı bilimdışı açıklamaları gerektirmez olacak ya da bilimdışı açıklamalara ilgisiz kalacaktı.

Değerli arkadaşlarım!
Kentler köylere göre her zaman daha olanaklı yerlerdir. Kentlerde duygularımızı da, düşünceleıimizi de, karnımızı da daha güzel doyurabiliriz. Köy dar çerçeveli bir üretim alanıdır: köyde hemen hemen her kullanacağımız şeyi, hatta aşkı bile kendimiz üretmek zorundayızdır. Gene de üretimimiz her .zaman eksikli kalacaktır. Her zaman çorbamız yavan, pilavımız lezzetsiz, tutkularımız eksikli olacaktır. Elimizdeki her türlü gereç, insan gereci de, esiklidlr çünkü. Kenttekinin tersine, köyde seçimlerinizi çok sınırlı şeyler arasından, sınırlı sayıdaki şeyler arasından yapmak zorundasımzdır. (Bu dengesizlik yalnızca siyasal seçimlerde ortadan kalkar, siyasal seçimlerde kent insanı
neyi seçiyorsa köy insanı da onu seçecektir.)

Köyde, sevdiğimiz kızı, diyelim, yirmi kişinin arasından seçmek aorundayızdır, oysa bunların yirmisi de bize yüz vermeyebilir ya da çaresizlikten yüz verme durumunda kalabilir. Zaten bu tür seçimler geleneksel değerlerle koşullandırılmıştır: yapılan seçim her zaman koşullu seçimdir. Hele kadınla erkek arasındaki sayısal denge şu ya da bu nedenle (örneğin doğrudan doğruya iç göç ya da onun tam anlamında hastalıklı bir biçimi olan dış göç nedeniyle) bozuksa eş seçimleri iyiden iyiye zor olur. Oysa kent dediğimiz alan insanı dönüşsüz bir biçimde kendine çeken ve insana her adımda çeşitlilikler sözveren, buna karşılık insanın yaşamla ilişkisini tehlikeye düşürebilen bir gayya kuyusudur. Orada kadının da, erkeğin de, çorbanın da, ilişkinin de yetmiş bin çeşidi vardır.

Orada her şey elinizin altındadır, size ancak seçiminizi yapmak kalır. Evet, kent her şeyin yetmiş bin çeşidini sözverir ama, bunlara kavuşmanız, kavuşabilmeniz için bazı koşullar öne sürer: her şeyden önce de iyi bir işiniz olmalıdır. Kentin kendine göre kapalı bir düzeni vardır, bazı kişiler işçi gereksinmesini karşılamak üzere gazetelere ilan veriyorlar diye bu kapalı düzenin ardına kadar açık kapıları olduğu sanılmamalıdır. Kentin düzeni diktir, oraya ancak özel yöntemlerle, çok zaman da ahlak açısından kuşku götürür olan yöntemlerle tırmanılabilir, örneğin kayırma ya da ayak kaydırma yöntemleriyle tırmanılabilir. Tırmanmayı çok iyi bilenler de vardır, bir bakarsınız dün etekte oyalanan kişi bugün dorukta bayrak sallamaktadır, BU düzen, toplumsallaşmış bir düzen olamadıkça, insan yiyen bir düzen olarak kalacaktır. Dolayısıyla, kentte olmak, bazen, daha doğrusu çok zaman, kırılmaz bir camın arkasından cenneti gözlemek gibidir. Her şey çok uzaktır, çünkü çok pahalıdır, çünkü temeli adeletsizlik olan bir sıradüzenine göre olanaklıdır, çünkü ancak işini bilenin oltasına takılır.

Ne olursa olsun, kentler köylerden daha çekicidir. Köyle kent arasındaki devinim tek yönlü, bir başka deyişle dönüşsüz devinimdir bu yüzden. Kentin köy karşısındaki bu çekiciliği iç göç olgularının psikolojik temelini belirler. Çok yetkin bir biçimde karinaşıklaşmış ve çok üst bir düzeyde yapılaşmış olan kent, tüm kötü yanlarına karşılık, insana yaşanılası tek yer olarak görünür. Bu yü.zden iktisadi dengede herhangi bir bozukluk hemen köy insanını uyarır ve onun kente gitmek konusunda dikkatini çeker. Köylü ancak toprağında beslenebildiği zaman toprağına bağlıdır. Köylü gelecek günlerde de toprağında azçok beslenebileceğine inanıyorsa toprağına bağlı kalır.

İç göç olguları her zaman biri öbürüne şu ya da bu ölçüde destek olan şu iki etkenden birinin toplumsal yapılan zorlayacak biçimde öne geçmesiyle gerçekleşir: ya kırsal kesimde toprak şu ya da bu nedenle insanları enaz ölçülerde bile besleyemez duruma düşer, o zaman köy kendi insanını dışa iter, buna itici etken diyebiliriz; ya kent yeni iktisadi dönüşümlerle yeni üretim biçimlerine kavuştuğu için insan gücüne gereksinme gösterir, o zaman kent köydeki insanı kendine çeker, buna çekici etken diyebiliriz.

Kentin köy insanını çekişiyle köy insanı daha düzgün bir yaşamı sözveren ilk olanaklara kavuşmuş olur. Oysa köyün kendi insanını itişi gerçekte en karanlık serüvenlerin başlangıç nedeni olarak görünür. Kentlerin köy insanını çekişi demek ki toplum için genellikle bir sağlıklılık belirtisidir. Amaç elbette şu ya da bu biçimde köylerin boşaltılması değildir. İnsanoğlu hapla beslenir duruma gelmedikçe kırsal kesim etkinliğinin yaşamsal bir önemi vardır. Amaç elbette her zaman köytden kente akışların düzenlenmiş, denetlenmiş akışlar olmasıdır. Bir kesimdeki insan artımının öbür kesime aktarılması düzenli bir biçimde gerçekleştirildiği zaman geçişimler sarsıntısız ve sallantısız olacaktır.

Evet, kentin çekişi azçok mutluluklar getiren bir olaydır, oysa köyün itişi kesinlikle mutsuzlukları çağnlayan bir olaydır.
Kentin çağırdığı insan en azından bir enaz ücretle güvence altına alınacak, kendisini iyi kötü yaşatabilecek bir düzen tutturabilecektir. Kentin köy insanını çağrıladığı durumlarda aileler kent düzenine tek tek kişilerden daha çabuk, daha kolay uyarlar. Örneğin kente yeni gelmiş olan bir ailenin yedi kişisinden üç kişisi işe gidebilmekteyse, bu durum tek kişinin tek başına sağladığından daha büyük olanaklar sağlar ailenin kişilerine. Köyden kente gelişte aile dayanışması önemli bir rol oynar.

Ne var ki köyden kente geliş olayı, ne biçimde gerçekleşmiş olursa olsun, ister kentin çağrısıyla gerçekleşmiş olsun ister köyün itişiyle gerçekleşmiş olsun, gene de sancılı bir olaydır ve bireyi .derinden derine etkilediği gibi topluma da çok derin sorunlar getirir. Kentleşme olgusuyla ortaya çıkan bu sorunlar gerçekte çözülmesi çok zor sorunlardır, bireysel yıkımlara, aile parçalanmalarına, toplumsal kaymalara yol açabilen ve her şeyden önce ahlak alanını ilgilendiren çok ciddi sorunlardır. Kısacası, bu sorunlar Türk filmlerinde ortaya konulduğu kadar basit sorunlar değillerdir.

Modern kentlerin aileleri gerçekte iki kişilik ailelerdir, bu ailede çocuklara bile kolay kolay yer bulunmaz, bazen çocuklara hiç yer yoktur ve çocuklar kreşlere, yuvalara, yakınlara bırakılırlar, bazen de cami avlularına bırakılırlar. Köyde modern aile babaerkil aile olmasa da bataerkil ailenin bozulmuş ve küçülmüş bir biçimi olan ve babanın başkanlığında gelinlerle ve torunlarla zenginleşen baba ailesidir. Böyle bir aile topraktan kapmamak için sayıca zenginliğini korumak zorundadır. Köyde ailenin şu ya da bu nedenle parçalanması toprağın parçalanması anlamına gelir. Küçük toprak parçaları sahiplerini geçindirmeye yetmezler, böylesi topraklar ya doğanın akışına olduğu gibi bırakılır ya da büyük toprak sahibine ucuza satılır.

Toprağını satarak ya da bırakarak kente gelen kişiler, kent kendilerini çağırmadıysa, sağlıksız bir kentleşme olgusuna katkıda bulunurlar, hem kendilerini mutsuz eder hem kentin düzenini dağıtırlar. Ne var ki gelişleri sorunlu bir geliştir; yaşama kavgasında bazen son çaredir. Kentin köy insanını çağnladığı durumlarda kente gelen köylü şu ya da bu biçimde işçi olmak olanağını bulur. İşi sevindirici olmasa da azçok olanaklıdır. Oysa köylü kente kendiliğinden gelmişse, daha doğrusu köyün itişiyle gelmişse, kentte onu bir takım yasadışı kazanç örgütleri karşılayacaktır, Türk filmlerine konu olan en belalı serüvenler işte bu karşılaşmalarla başlar; türk filmleri bu karşılaşmaları ne kadar ballandırmalar da, fabrikatör kızı gibi, ağa oğlu gibi, milli piyango çarpması gibi motiflerle ne kadar süsleseler de bu karşılaşmalarda acıların tohumları ekilir. 

Sonuç ağzı burnu iyice çarprlmış bir kent düzenidir. Ben bu kent 'düzeninin ayrıntılarını burada çizmek gereği duymuyorum çünkü sizler îstanbul'lu olarak böyle bir düzende yaşıyorsunuz, Türkiye'li olarak bu kent düzenini yakından tanıyorsunuz, ayrıntılarıyla biliyorsunuz. Biz burada sizinle bu sakat kentleşme düzeninin kültür yaşamına, daha da özellikle müzik yaşamına getirdiği yıkımları incelemek istiyoruz. 

Kentler dış rüzgârlara çok açık alanlardır, çok yapılılıkları içinde her türlü etkiyi kolayca alır, her türlü etkiyi kolayca yaratırlar. Uygarlık düzeyinde en belirleyici etkileşim kentlerde, özellikle de büyük kentlerde, hatta başlıca kentlerde gerçekleşir. Uygarlığın altyapısını oluşturan teknik geliştikçe iletişim de hızlanır; bu, dünyanın küçülmesi ve kültür etkileşiminin koyulması anlamına gelir. Uygarlığın üstyapısını oluşturan kültürün gittikçe evrenselleşmesi, düşünce ve sanatta ulusal özelliklerin belirleyici öğeler olmaktan çıkarak yerlerini evrensel özelliklere bırakmaları demektir. Bir başka söyleyişle, insan daha köklü bir biçimde, daha bütünsel bir biçimde ortaklaştığı bir dünyada sorunlarını gittikçe ortaklaştırmakta, bu sorunlara ortak çözümler aramaktadır. 

Çabuk etkilenebilirlik kültürün giderek başlıca özelliği olmuştur. Kültürün girebileceği özel kapılar, kültürün yerleşebileceği özel alanlar yok artık. Kültürü belirleyen özel güçler, tatlı koruyucular da yok. Bir Angoulême'li Margarita yok artık, bir François I de yok. Olsa da bir işe yaramaz artık ve artık iyi ki yok. Çünkü kültürün en büyük zayıflığı gibi görünen bu etkilenebilirlik aynı zamanda kültürün en güçlü yanını oluşturuyor. Demek ki artık kültür değerleri çok geniş bir taıbanm üstüne oturmakta.

Evet, çabuk etkilenebilirlik kültürün hem en iyi hem en kötü yanıdır, iyidir, çünkü en güçlü etkileri yeni değerlerin ve böylece yeni dönüşümlerin oluşturulmasında bir katkı olarak kullanır. Kötüdür, çünkü iyi etkiler kadar kötü etkilere de, kendisini yozlaştıracak, evrensel düzeyin altına düşürecek, evrensel boyutlardan koparacak etkilere de açıktır. Ayrıca kültür düzeyinde kötü etki iyi etkiyi kovar, çünü bayağıya eğilimli kişiler bayağı düşüncenin ve bayağı sanatın her türlü gereksinimini karşılayabilecek, en etkin biçimde yaşamasını sağlayabilecek bir alışveriş ortamının yaratılmasında her anlamda etkili olurlar. Kötü düşüncenin ve kötü sanatın iyi pazarı vardır.
Bu durumu bir yazgı olarak benimseyenleyiz. Tersine etkin bir biçimde savaşmak zorundayız. Toplum toplumsallaşmaya doğru yeni dönüşümler geçirdikçe, daha güçlü, daha evrensel, daha ortaklaşmacı yapılar oluştukça elbette iyi sanat kötü sanatı, iyi düşünce kötü düşünceyi kovacaktır. Ama bugün kültür adamları, yani düşünürler ve sanatçılar, bizler yalnız ürettiğimiz şeylerin niteliğinden sorumluyuz demeden, kültür değerlerinin, yani düşünce ve sanat değerlerinin korunması için çalışmalıdırlar. Yarattıklarımızı koruyamayacaksak, hiç yaratmayız daha iyi. Şimdi sağlıksız kentleşme olgusunun iktisadi ve toplumsal nedenlerini kısaca görmüş olarak bu olgunun kültürü nasıl sakatladığını ve sakatlamakta olduğunu gözden geçirelim. 

Kırsal alan, daha önce de tanıtlamaya çalıştığımız gibi, bir eksiklikler, bir sınırlılıklar, hatta bir yoksunluklar alanıdır. Orada yaşam kısıtlıdır, hem hiç de karmaşık değildir. Yetkin düşünce ve yetkin sanat karmaşık ortamda, kent ortamında gelişebilir ancak. Yaşamın karmaşıklaşmamış oluşu, insanın enine boyuna düşünmemesi sonucunu getirir. Olan bir şey düşünülebilir ancak. Kırsal alanda üretim ilkel, alışveriş basit, düşünce yavaştır. Kırsal alanın insanları, en etkin iletişim araçlarının kendilerine ulaştığı durumlarda bile, üç yüz, bilemediniz beş yüz kavramla düşünürler, bir o kadar sözcükle konuşurlar. Bunların çoğu da tencere, tava, sini gibi somut kavramlar ve onların adı olan sözcüklerdir.

Bu kısıtlanmışlık içinde bile halkın bir sanat etkinliği vardır. Bu sanat etkinliği duygusallığı düşünselliğine ağır basan bir sanat etkinliğidir. Oysa düşüncelerimizin en kısıtlı olduğu durumlarda bile ve hatta daha çok o zaman duygularımız alabildiğine bir çeşitlilik gösterirler. Mitolojilerin gücü de buradan gelmez mi? İnsan iyi düşünemediği zaman duygularını, daha doğrusu sezgilerini düşünce gibi kullanarak kendi kendini araştırmak ister. Usun yerini imgelemin aldığı, daha doğrusu imgelemin us gibi çalıştığı durumlardır bu durumlar. Bu yüzden köylü sanatı da her zaman önemsediğimiz, çünkü sevdiğimiz, zaman zaman kendimizi bulduğumuz bir sanattır. Bu yüzlden halkbilimi denilen bir bilim oluşturmuşuzdur. Köylü sanatı en yalını gerçekleştirmesiyle, en bileşik olanı bile en yalın bir biçimde anlatmasıyla dikkati çeker. Usta olmayan bir kent sanatçısı, diyelim özlemi anlatmak için yazdığı şiirini binbir kavrama boğmuş gene de şiiri kurtaramamışken, usta bir köy sanatçısı onu iki kaim çizgiyle bir çırpıda ve çok zaman eşine az raslanır bir biçimde anlatıverir. 

Ne var ki köylü sanatçısının bu üstün yeteneği iki ayrı etkiyle sakatlanmıştır. Kötü sanatı yayan iletişim araçlarıyla ve içgöç olgusunun getirdiği kültür parçalanmasıyla. Şimdi bunu açıklamaya çalışalım. 

iletişim araçları, yani radyolar, televizyonlar, gazeteler, plaklar, kasetler, gezgin topluluklar ve siyaset adamları en yoz düşünceyi ve en yoz sanatı kurulu düzenin bir armağanı olarak kırsal alana taşırlar. Bu taşımayla köylünün düşünce ve duygu yalınlığı zedelenir, buna bağlı olarak tüm sanatı, en başta müziği ve şiiri zedelenir. O yalın sanat ürünleri gider, onların yerini çokbilmiş ama gene de pek bir şey bilmeyen, son derece yapmacıklı, hatta insana yukarıdan bakan, hatta insana yok yanından barış ve kardeşlik öneren sözde sanat ürünleri almıştır. Köyün kasabalaşması ya da yozlaşmasıdır bu, bir anlamda yanlış bilinçlenme adına bilincini yitirmesidir, özetle köy kültürünün parçalanmasıdır. 

Köyden kalkıp kente yerleşmeye gelen insanın durumu daha da acıklıdır, sanata kötü katkısı daha da büyüktür. O bu acıklı durumu ancak ve ancak belli bir üretici iş bulmakla aşabilirdi, o zaman bilinçlenme yoluna girebilir, fikir ve eylem üretimine katkıda bulunabilirdi. Oysa o ya yaşamın çıkmaz sokaklarına düşmüştür, yaşamın yasadışı yollarında bata çıka gitmektedir ya da bilinçlenmesine büyük ölçüde katkıda bulunmayacak ve kendisine toplumsallık bilinci kazandırmayacak sıradan bir işte oyalanmaktadır. Kentin sorunlarını kafasındaki üç yüz ya da beş yüz kavramla karşılamaya çalışacaktır bu insan. Üstelik her şeyden önce kendi büyük sorunları vardır, bu sorunlar beş yüz kavrama sığmayacak kac'ar geniş ve derindir. Gene de bir kentli olarak tüm etkinliklerinde bu beş yüz kavramı kullanmak zorundadır o. Düşünceye bu beş yüz kavramla, duyguyu bu beş yüz kavramla, her türlü yaşam sorununa bu beş yüz kavramla yönelmek, yaratıcılığını bu beş yüz kavramla gerçekleştirmek zorundadır o. 

Onun bilinçsizliği düşünce ve sanat ticaretiyle uğraşan insanların oyunculuğuyla birleşince ortaya pek kötü bir kültür yozlaşması çıkar. Bu yozlaşmadan her türlü düşünce ve her sanat dalı payını bol bol, istemediği kadar alacaktır. En büyük pay da daha çok bir duygu sanatı olan, hiç değilse en genel uygulamalarında daha çok bir duygu sanatı olan, ayrıca sanatların en yaygını olan müziğe düşecektir. 

İki türlü sanat var, biri yozlaşmış sanat, biri de yozlaşmamış sanat diye bir aynm yapamazsınız. Yoz sanat iyi sanatı yemeye başlar. Bazı aydınlar da, daha doğrusu aydın olduğunu sananlar da bu pis tüketime alkış tutmaya başlarlar. Halkın da bir sanatı olacak diye bir gerekçe öne sürerler bu arada. Oysa o yoz sanat halkın sanatı değildir. Halktan, insan yaşamına büyük emekler veren, dünyanın dönüşümüne katkıları olan, çok yerde bu dönüşümün bütün yükünü omuzlamış olan, bu arada yaşam üzerinde belli bir bilinçliliğe ulaşmış olan insanları anlıyorsak, bu sanat halk sanatı değildir. Halk sanatı her kültür düzeyindeki insanın aynı tutkuyla sevdiği o yalın, o saydam, o verimli ve o nesli tükenmekte olan, bir gün daha büyük bir güçle, bütün insanı kapsayacak biçimde yeniden kurulacak olan sanattır. 

Kaynak:
Felsefe Dergisi - 10 Ekim 1980 - sayfa 53-61

Makale Detaylar

Gönderen: webmaster

Kategori: Makale ve AraştırmalarMakalelerSağlıksız Kentleşme Olgusunun Sanata Etkileri

Derecelendirme: %100

Yazar İletişim: Unknown

1 kişi yorum yapmış.

CINNET - 09.11.2007
"Bundan hiçbirimiz kaçamayız, çünkü sonuçlan yaşam biçimimizi etkiliyor, dolayısıyla düşünce dünyamızı etkiliyor, dolayısıyla sanatımızı etkiliyor, çünkü sonuçları bize yeni duyuşlar, yeni düşünüşler getirmekte, toplumu dönüştürürken teker teker bizleri de dönüştürmekte. Kendilerini toplumdan soyutlanabilecek kadar büyük görenler ya da toplumun dışında yaşama kurnazlığını göstermeye çalışanlar bir süre sonra toplumun dışına itilirler, sonra da erir giderler. Nice yetenekli insan toplum dışına kaçarak kendini bitiimiştir. Bu yüzden toplumsal olaylardan kaçarak başımızı soktuğumuz tek kişilik kuytu yerler en tehlikeli yerlerdir. Ve sonunda düşünür için ve sanatçı için en büyük tehlike nasıl bir dünyada yaşadığını bilememekten gelen yabancılaşma tehlikesidir. "

Bu kısmı çok önemli geldi bana...

Sadece üyeler yorum yazabilir. Üye olmak için tıklayın.