Makale Başlığı: Gelenekten Yararlanmak

Gelenekten Yararlanmak

Yazar: Mustafa Miyasoğlu • Eklenme Tarihi: 13.01.2008 • Görüntüleme: 4.540

Özet:
Bir söz sanatı olarak ortaya çıkan edebiyat, sanatçının gerçeğiyle toplumun gerçeği birbiriyle buluştuğu anda doğru ifadesini bulur ve kültürel değerlerle bütünleşirse, tabii bir görev ifâ etmiş olur. Edebiyatın malzemesi de muhatabı da insandır.

Kelimeler:
Mustafa Miyasoğlu, sanat, makale, gelenek, Dede Korkut, Servet-i Fünun

Bir söz sanatı olarak ortaya çıkan edebiyat, sanatçının gerçeğiyle toplumun gerçeği birbiriyle buluştuğu anda doğru ifadesini bulur ve kültürel değerlerle bütünleşirse, tabii bir görev ifâ etmiş olur. Edebiyatın malzemesi de muhatabı da insandır. Bu yüzden sanatçı, konusuna en uygun dili bulmak, anlatacağı insanı en iyi kavrayacak perspektifi bulmak zorundadır. Günlük dilden sanatın dilini, geleneğin çizgisinden yeniliği bulamayan edebiyat adamı başarısızdır. Böylece edebiyat, somut ilişkilerden soyut sonuçlar çıkarması beklenen okuyucunun iç dünyasına da yaklaşarak kargaşadan bir düzen çıkarır, onu evrensel ve mutlak olana yöneltir. Edebiyat geleneğimizde bunun örnekleri çok var

Bu anlamda edebiyat, en somut ilişki ve görüntülerden en soyut hedeflere ulaşabildiği ölçüde önemli ve kalıcı bir faaliyet alanıdır. Etkisi de buradan gelir. En küçük insanî ilişkiden, insan eli değen en küçük nesneden, idrakin ulaşabildiği son noktaya kadar her şey edebiyatın ilgi alanına girer. O bakımdan, ilk evliya-şairlerden beri toplumumuz için edebiyat “her şey”dir; bu yüzden her şey edebiyatla anlatılır. Eski kültürümüzde, edebiyat geleneğimizde edebî olanla İslâmî olan aynı kimliği taşır, aynı müştereklere sahiptir. O yüzden, “Edîb olur kişi sermaye-i edebi kadar” denmiştir.

Dede Korkut’tan beri bizde edebiyat “her şey” olmuştur, yazılan her şeyde edebîlik çabası görülmüştür. Batı kültüründe ortaya çıkan şiir ve nesir diline ait sistematik ayrım İslâm kültüründe yoktur. Devlet adamından başlayarak, herkes şiir ve güzel sanatlarla bezenmiş bir kültürü benimser.

“Edebiyat her şey değilse onunla uğraşmak boşunadır” diyen J.P.Sartre’ın Varoluşçu bir tavırla endişesini duyduğu fonksiyonellik, kültürümüzün temelinde vardır. Modernizmin kıskacına giren yeni Türk edebiyatı, Servet-i Fünun’la birlikte toplumdan kopunca, kendine yeni dayanaklar aramaya başladı. Bunca yazılıp çizilenle toplumun çoğunluğu ilgili görünmez hâle gelince, ister istemez sanatçı da durumunu gözden geçirdi. Fildişi kulede gezindiğini sananlar, neden sonra kavanoz edebiyatının sözcüsü olduklarını anladılar. Batıcılığın her alandaki çıkmazı, edebiyat alanında da kendini gösterdi.

Ahmet Yesevî’nin “hikmetlerinden Muallim Naci’nin gazellerine ve yeni tarz şiirlerine kadar, eski kültürümüzün çerçevesinde oluşan bütün edebî verimler, insanî ilişkiden İlâhî mesaja ulaşmak gibi bir hedefe sahiptir. Mesnevî’den Yunus’un ilâhilerine, Leylâ ile Mecnun’dan Şeyh Galib’in gazellerine kadar bütün klasiklerde hep aynı dünya görüşünü bulabiliyorsak, bunu sanatçı ile toplumun bütünleşmesine bağlamak gerekir. Bu bakımdan eski edebiyatımız son derece tabii bir oluşum içindedir. Devlet başkanı olan Padişahtan Yeniçeri arasından çıkmış Halk şairine, Divan tarzı şiirler yazan Şeyhülislâm’dan Tekke şairlerine kadar hep aynı değer ölçülerinin, aynı sanat ve insan anlayışının temsilcileriyle karşı karşıya olmuşuz. Bu bütünleşme içinde oluşan edebiyat da tabii bir fonksiyona sahiptir. Çünkü devleti ve toplumuyla bütünleşen herkes gibi sanatçı da aynı medeniyetin sözcüsüdür. Onun değerlerini dile getirir, o çerçevede eser verir. Bütün klasik edebiyatlarda bu vardır. 


Gelenekten kopuş ve köksüzlük

Divan şairlerinin kullandığı mazmunların sosyal gerçeklikten uzak, soyut bir dünyada teşekkül ettiğini söyleyenler, zamanla kendileri de aynı keyfîliğe düştüler. Divan şairlerinde zihnî bir kurguya bürünen imajlar, Namık Kemal ve arkadaşlarında tamamıyla soyut düşüncelere kahraman kimliği kazandırma çabasına dönüştü. Bu tutum edebî faaliyete imkân vermez. Çünkü sanat, somut hayattan yola çıkar, soyutlama daha sonra görülür. Soyut kavram ve düşüncelerle bilim ve felsefe uğraşır.

Bu anlamda yeni edebiyatımız yapay bir görüntü ortaya koymaktadır. Birbirine zıt görüşlerle geliştirilmeye çalışılan edebi akımların toplumla göbek bağı yoktur. Aslında bugün açıkça görülen durum, Tanzimat edebiyatının başlangıcından beri vardır. Servet-i Fünun anlayışıyla birlikte bu hal büsbütün yaygınlaşmıştır. O yüzden Batı tesirindeki yeni Türk edebiyatı gelenekten kopmayı yeniliğin olmazsa olmaz şartı saymış; bu da genç sanatçıları köksüzlüğe mahkûm etmiştir.

Tanzimat sonrasının ilk büyük sanatçısı olan Abdülhak Hâmid’in eserlerinde dikkati çeken bu yabancılığı, bütün entelektüel faaliyetlerimizin son yüzyılı için geçerli sayabiliriz. Şiirin özel durumu bir yana roman ve tiyatro gibi en sosyal alanlarda bile edebiyatımız yapay bir kimlik göstermişse, bunun çok esaslı sebepleri olmalıdır. Bunu tek boyutlu estetik bir olay olarak görmenin imkânı yoktur.

Batıcı görünen yenilikçi bir edebiyat, daha açık ifadeyle batılı bir kültür ve medeniyetin sözcülüğünü üstlenen sanatçı, ister istemez kendi geleneğinden kopacaktı. Bu kopuşun kaçınılmaz sonuçlarından biri köksüzlük; diğer dikkati çeken sonuçlar ise, yapay edebiyat akımları ve özenti sanat anlayışlarıdır.

Yenilik adına veya batılı ödüller kazanmak için kendi kültüründen kopanlar köklerini kaybeder.

Avrupai yolda gelişen Tanzimat, Servet-i Fünun, Millî Edebiyat, Cumhuriyet Edebiyatı, Garip Şiiri ve İkinci Yeni anlayışları, hep bu yapaylığın ve batılı akımlara özentiliğin etkilerini taşırlar. Edebiyattan başka alanlarda eser veren Türk sanatçısı da bu yapaylığın etkisinden büsbütün kendisini kurtaramamaktadır. Son yıllarda kültürel temellerimize bağlılıkları itibariyle en tabii gelişme gösteren İslâmî duyarlıkla eser veren gençlerin eserlerinde de bu eğilimler göze çarpmaktadır. Bunlar yapay zemin üzerinde geliştiği için, benzer tavırlar sergilemekten çekinmiyorlar maalesef. Halbuki İslâmî eğilimde eser verenlerin özde karşı oldukları görüşlerle akımların sahiplerinin yapay tavırlarına özenmeleri geçici bir heves bile olsa hoş değil. Temel görüşleri batıcı olanların üslûpları da hastalıklı...

Tanzimat sonrasında bu yapay edebiyatın bütün özentiliklerine ilk karşı çıkanlar, A. M. Efendi ile Muallim Naci’den sonra Ömer Seyfeddin, Mehmet Akif ve Yahya Kemal olmuştur. Bunların oluşturduğu tepki, Necip Fazıl’ın kendine özgü tavrına imkân veren bir ortam hazırlamış, toplum bu son derece tabii karşı çıkışı bütün kalbiyle kabullenmiştir. Bu şahsiyetlerin büyüklüğü ve birlikte mütalâasını mümkün kılan ortak özelliklerin en önemlisi, yapay edebiyat anlayışlarına ve sahte ilişkilere samimiyetle karşı çıkmalarıdır. Samimi bir tavırla yerli bir dünya görüşü temsil edilmektedir. 


Geleneğe sahip çıkanın tarih şuuru ve çağdaşlığı

Artık edebiyat geleneğimizin imkânlarını düşünmenin ve bunu, sanal bir dünyada yapay sanat anlayışıyla yanlış ilişkilerden kurtarıcı tek yol olarak görmenin tam zamanıdır. 1970’li yıllarda ortaya çıkan gelenek tartışmaları, ondan yararlanma gereği konusunda yazılıp söylenenler nedense ufuk açıcı olamadı. Halbuki her kültür ve sanat anlayışının en önemli meselesi, kültürel değer ölçüleridir. Her ülkenin sanat ve edebiyat alanındaki teorik birikimi, geçmişle hesaplaşarak ortaya çıkabilir. Geleneği olmayan, geleneğe eklemlenmeyi beceremeyen yeniliklerin kökü yoktur, o yüzden yaşatılamaz... Burada gelenek konusuyla epeyce ilgilenen, Batı Avrupa’da “dinamik gelenekçilik” anlayışının sözcülerinden olan T.S.Eliot’a dikkati çekmek istiyorum. Modern İngiliz-Amerikan şiirinin öncülerinden sayılan ve şiirleri kadar estetik görüşleriyle de dikkati çeken T.S.Eliot, içinden çıktığı edebiyatın klasik şairlerinin seçme şiirlerini de yayınlamıştır. Böylece edebiyat geleneğine sahip çıkma örneği ortaya koyan bu şairin, Gelenek ve Şair adlı yazısından bir bölümü gözden geçirelim:

“Eğer geleneğe sahip olmak istiyorsanız, çok gayret sarfetmeniz gerekir. Geleneğe sahip olmak için önce “tarih şuuru” geliştirmeye ihtiyaç vardır. Tarih şuuru ise, yirmi beşinden sonra da şiir yazmaya devam etmek kararında olan herkes için kaçınılmaz bir şeydir. Tarih şuuru, sadece “geçmişin” geçmişliğini bilmek değil, fakat onun “hal”de de var olduğunu anlamak demektir. “Tarih şuuru” olan bir şair, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz. Onun için Homer’den bu yana bütün Avrupa edebiyatı ve onun içinde düşünülmesi gereken kendi milletinin, edebiyatı aynı anda vardır ve bütün edebî eserler organik bir bütün oluştururlar. “Geçmiş”in “hal” içinde varlığını hissetmek kadar ebediyeti, sınırsızı, sınırlı olanda, yani bugünde bulmak, bu beraberliği hissedebilmek bir yazarı gelenekçi yapar. Aynı zamanda bir yazarın içinde yaşadığı zaman ve mekânın, yani çağdaşlığının keskin bir şekilde şuurunda olmasını sağlayan şey de budur.”

Görüldüğü gibi, yapay edebiyattan kurtulmanın, fonksiyonel bir kültür faaliyetine girişmenin biricik yolu, gelenekle hesaplaşmak ve eski edebiyat kültüründen faydalanabilmek için bize özgü bir teorik birikim oluşturmaktır. Öteki türlü sırf yenilik olsun diye yapılan yenilikler, yeni diye bilinen yerli ve yabancı sanatçıları taklitten öteye geçemez. Halbuki sanat eserinde orijinallik asgari şarttır.

Gelenekten yararlanma çabasına girenlerin önünde Yahya Kemal gibi bir örnek varken, ille de yabancı üstadlara ihtiyaç duyanlar için T.S.Eliot’u hatırlatma çabamız yadırganmamalı. T.S.Eliot’un şiir ve tiyatroları kadar kültür ve gelenek üzerine yazdıkları da dilimize çevrilmiştir. Yahya Kemal’in ifadesiyle “mektepten memlekete” gitmek isteyenler için bu tür kaynaklar her zaman uyarıcıdır.

Sanat ve edebiyat geleneklerimiz arasında bize özgü normların ve motiflerin ciddî bir sanatçı ilgisiyle kavranabileceği, kendi kültür mirasını sahiplenmeden ondan yararlanmaya çalışmanın bir tür oportünisttik olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Özellikle de edebiyat geleneğimizin özünü oluşturan dünya görüşü benimsenmeden girişilen gelenekten yararlanma gayretleri birer aldatmacadır.

Yahya Kemal’den sonra geleneğin özüne sahip çıkan Necip Fazıl yanında, Asaf Halet Çelebi ile Sezai Karakoç’un onlardan farklı bir üslûpla ve kendilerine özgü tarzda gelenekten faydalandıkları görüldü. Bunlar gibi öze bağlı olduğu kadar estetik motifleri modern bir tarzda canlandıranlar önemli.
Edebiyat geleneğimizden kopanlar yalnız kendi eserlerine zarar vermiyor, topluma da kötü örnek oluyor. Sanat eserinin “Olsa da olur, olmasa da!” görüntüsünü gelenekten koparak değiştirmek mümkün değildir. Edebiyat bizde yine “her şey” olmadığı sürece boş bir uğraşı olmaktan kurtulamaz. 


Kaynak: Milli Gazete, 10.06.2007